28 Aralık 2016 Çarşamba

Türünün Son Örneği

Yeni evli bir çiftin yanından ayrılmıştım. Bu çifti çok seviyordum. Ama anlaşılan ilişkilerinde bir çatırdama, bir boktanlaşma söz konusuydu. Kadın "Ellerim bir gün soğan, diğer gün sarımsak, bir başka gün domestos kokuyor. Evlilik eşittir bu" diye veryansın ediyordu. Ben bu işin böylesine boktanlaştığından bir haberdim oysa. Sırf bununla kalsa yine iyiydi ama bu tarz dramatik sahnelerde hep yaptığım gibi kim gizlice bana dert yanıyorsa onun tarafını tutuyordum. Bir yüzleşme yaşansa sinsi bir yılan olarak damgalanmam işten değildi. Sadece goy-goy için çıkmıştım sokağa. İçkimi içecek, efendi gibi evime dönecektim. Lakin bir anda beklenmedik bir durumla karşı karşıya gelmiştim. Lafı fazla uzatmadım, sktirolup gitmek en iyisi diyerek karanlık gecede it sürüsü gibi dolaşmaya başladım.
İşte her şey o zaman başladı. Karanlık sokaktan dalga dalga bir ses yükselirken hava bir anda ısınmaya ve üzerimdeki gocuğun içinde terlemeye başladım. Geçmişine son derece bağlı biri olarak, ortaokuldan beri aynı gocuğu giyiyordum. Bununla da yetinmiyor ve susam sokaklı suluk takıyordum boynuma. Hava sıcaklığı arttıkça çil çil terlemeye ve bir yandan da koşmaya başladım. Bir yandan da gülüyordum. Bir yandan gülüyor, bir yandan koşuyordum arka planda da "stir me up" çalıyordu. 
Derken gülmem kahkahalara dönüştü. Neden güldüğümü gerçekten bilmiyordum. 

Koşarak kaçarken kendime bir güzergah belirlemeyi unutmuştum. En sonunda kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde bu kaçışım son buldu. Kimden ve neyden kaçıyordum? Üstelik neden ben gülerken ve koşarken arkadan Hadise'nin stir me up şarkısı çalıyordu? Yoksa biri benimle taşşak mı geçiyordu. Kimdi beni takip eden? Arkamdan kim kovalıyordu ve ben neden gülüyordum. 
Bu sorulara cevap ararken karşımda rengarenk bir ışık hüzmesi belirdi. Bu sefer iyice salaklaştığım için kaçamadım ve ışık hüzmesi bir girdap oluşturup etrafımı bir anda sardı. 
Ayağımı bastığım yer bir anda yok oldu ve başımdan ve ayaklarımdan bir güç beni adeta çekiştirmeye başladı. Kollarım uzuyor, gocuğum üzerimde pareleniyordu. Boynumdaki suluk ise beni terketmişti ve girdabın içinde kaybolmuştu. Spagetti gibi bir forma dönüşmüştüm. Ölüyordum galiba, yine gülmeye başladım. 
Gülmem bitince gözlerimi yavaşça kapatıp : "İyi geceler" dedim ve bilincim beni tamamen terk etti. 
Fakat hayır, ölmemiştim. 
Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey ağaçların arasından süzülen güneş oldu. Biraz hareket edince anladım ki, havada asılı bir halde yatıyordum, ciğerlerim sanki şarkı söylüyordu. Öyle hoş kokulu bir havaydı ki bu içime çektiğim, sanki her nefeste on sene gençleşiyor ve beş kilo portakal yemiş gibi vitamin alıyordum. Havada debelenmeye başladım. Aşağı inmek ve neler olduğunu anlamak istiyordum. O sırada boynumda sinek ısırığı gibi bir acı hissettim ve bunun ardından ağır ağır aşağı süzülmeye başladım. Artık ayaklarım toprağa basabiliyordu. Etrafta ağaçtan başka hiçbir şey olmaması beni biraz korkutmuştu açıkçası. Ancak o an, neler olduğunu anlama isteği her şeyin ötesindeydi. 
Uzaktan bana doğru gelen bir grup insan gördüm. Vücutlarını saran garip kıyafetler giymiş ve gülümseyen insanlardı bunlar. Bir grup insanın ormanlık bir alanda gülümseyerek bana doğru gelmeleri hayra alamet değildi.  "Irz düşmanları" diye onlara doğru bağırıp kaçmaya başladım. Bu lafı duyan bu küçük grup yavaşladı ve kendi aralarında konuşmaya başladılar. Sanırım onlar da şaşırmıştı. Bir tanesi seslendi "Biz düşman değiliz. Kaçmana hiç gerek yok. Soruların olduğunu biliyoruz ve hepsini cevaplayacağız." 
Geri döndüm. Dönmek zorundaydım çünkü her ne kadar delirdim deyip işin içinden çıkmak gibi basit bir yolu da olsa bu işin, yine de dinlemek istiyordum. 
Yanlarına gittim. Toplamda 5 kişilerdi ama cinsiyetlerini ayırt etmek oldukça güçtü. İnce yapılı ve biraz da koyu tenliydiler. Bir tanesi elini uzattı. "Gocuğum nerede?" diye sordum. Çok rahatsız edici bir sessizlik yaşandı. "Gocuğun emin ellerde, ancak sağ kolu yırtılmış" dedi ve havadaki elini adeta sitemkar bir şekilde geri indirdi. Biraz mahçup olmuştum "Amaan boşver ya canınız sağ olsun" dedim ve elimi bu sefer ben uzattım. Resmi bir şekilde tokalaştık. Tuttuğum el soğuk ve ciddi anlamda sert bir eldi. Yer çekimine uyum sağlamam için ufak bir enjeksiyon yaptıklarını ama zararsız olduğunu söylediler. Korku dolu bir şekilde bir adım geri bastım.
Sonra bana nerede olduğumu ve kim olduklarını anlatmaya başladılar. 
Dünyadan 20 bin ışık yılı uzaklıkta ve güneş sistemine çok benzeyen bir sistemin içindeydim.Şu an içinde bulunduğum gezegen de dünyayla hemen hemen aynıydı ve insan türü burada da evrilmişti. Buraya çok düşük bir ihtimal sonucu, dünyadaki kara maddelerin yoğunlaştığı sırada, tamamen nedensiz bir şekilde bir kara deliğe çekilmiştim. Bunu fark edip beni hasarsız bir şekilde gezegenlerine almıştı bu insanlar. Bize benziyorlardı ama bizden oldukça farklıydılar açıkçası. 
Bu gezegende yaşayan insanların bizden haberi vardı fakat bizimle iletişime geçmenin herhangi bir fayda sağlayamayacağı konusunda fikir birliği içerisindeydiler. 
Ve anlatmaya devam ettiler. Fakat anlayamıyordum. Tekerleği bulan insanlara uçağı anlatmak gibiydi bu. Hatta buğdayı evcilleştirip tarım yapan ilk çiftçilere, onların aylarca uğraştığı toprağı bir saatte süren bir iş makinasını göstermek gibiydi. 
Daha net bir teşhis koymak gerekirse, ben bir Neandertaldim ve onlar homo sapiensti. Fakat homo sapiensin vahşi ve kötü doğası onlarda sanırım artık barınmıyordu. 
İçimden onları öldürmek ve dünyama geri kaçmak geliyordu. 
Fakat dinlemeye ve anlamamaya devam ettim. Aynı cinstendik. Ama tamamen farklıydık. Aklımdaki bilim kurgu senaryolarının baş rolünde hep Terminatör vardı. Fakat bu yavşaklar fazla iyiydi. Sinir oluyordum onlara. Elime muz verip ormana salmaları an meselesiydi. 
"Geri dönmek istiyor musun?" diye sordu biri en sonunda. 
Buraya gelmeden önce yanlarında bulunduğum 2 yıllık evli çifti hatırladım. Sonra metrobüs geldi aklıma. Beylikdüzüne et pazarı gibi gidişim... Akbil bastığımda öğrenci akbili olduğu için diğerlerinden daha az ücret ödüyor olmama sevinişim... Sonra Japonya'ya gitme hayalim geldi aklıma. Annem, babam, eşim dostum, yarim. Alnımıza yazılmıştı bu gerizekalılık hepimizin. Oysa hayal bile edemediğimiz şeylerin olduğu bir gezegen vardı. Kendi türümü de alıp neden gelmeyeyim diye düşündüm. Biz daha iyi şeyleri hak ediyorduk. Bu pezevenkler de sırf şansa bala bu noktaya gelmişlerdi. 
Bir süre daha düşündüm sonra ayağa kalktım ve "Gönderin beni" dedim. İçimden de kıskıs gülüyordum. Dünyaya döner dönmez bir yolunu bulur bunların şahane gezegenini parsellerdik. Her yere ev, tükan, avm ve bir de bunların teknolojilerini de ele geçirdik mi. Bizden kralı olmazdı artık. Son derece masum bir ifade takınarak "Sizden çok şey öğrendim dostlarım. Umarım bir gün biz de sizler gibi oluruz. Hepinize teşekkür ediyorum" dedim. Gülümseyerek "bilmukabele" dediler. Sonra da sevgili yadigar gocuğumu ve suluğumu elime tutuşturup "Dünyana uyum sağlaman için bir enjeksiyon daha yapacağız. Hiç merak etme" diyerek beni yolladılar. Girdabın içinde sinsi bir yılan gibi süzülürken yine gözlerim ağırlaştı ve zaman ve mekan kavramı yine yok oldu. 
Ben girdaplar içinde hain emellerimle beraber dönüp dururken, beni gönderen insan grubu derin bir oh çekmişti. "Evcilleştirmek ne zor olacaktı" dedi biri diğerine. Bir diğeri ise "iyi ki döndüğünde bir şey hatırlamayacak, yoksa dünyada yaşanacak savaşları ve diğer kötü şeyleri düşünmek bile istemiyorum" dedi. 
Gözlerimi açtığım zaman yatağımdaydım. Sabah olmuştu. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Dün ne içmişim de bu hale gelmiştim ben. Gözlerim yere atılmış olan gocuğuma takıldı. Hasssiktir!! diyerek yataktan fırladım. Canım, yadigar gocuğumun kolu yırtılmıştı. Bu duruma aşırı üzüldüm ve gözlerimden yaşlar akarak telefonumu elime aldım. Whatsapptan bir sürü mesaj gelmişti. Dün gece beraber içtiğim gruba mesaj atıp "hangi pezevenk yırttı lan montumun kolunu" diye sitem ettim. O günün geri kalanı ise akşamdan kalma bir şekilde, game of thronesun son sezonunu izleyerek geçirdim. Ertesi gün 6:30 da kalkıp işe gidecektim. Akbilimi düşünerek uykuya daldım...








21 Kasım 2016 Pazartesi

Şimdi kıymete bindi

Taşıdım hamal gibi ben kalbimi bunca sene,
Tam ona muhtaç olurken çekmiş gitmiş nereye
NEREYEEEEE????

Ah nerede vah nerede. 

Nerde bıraktım viledamı acaba?Bir gören olsa ah nerede?

Bir evde koskoca vileda nasıl kaybolur? Nereye gittiğini kimse nasıl bilmez? Üstelik bir evde tek kaybolan şeyin vileda sopası olmaması da takdire şayan. Akbilim de kayıp. Saç fırçam kayıp. Biri bu üç eşya ile ne yapıyor olabilir ki sorarım sizlere. Hepsi farklı zamanlarda lazım olan şeyler. Saçını tarayıp viledaya binip bi yere gitti desem, akbili ne diye aldın. Akbilimden ne istedin öğrenci akbilimden. Şimdi kaç gündür beni istanbul kart kullanmaya kim mahkum etti. Saçlarım pişmaniye gibi olmuşken, benim güzel saç fırçamı kim aldı? 

Bu arada bloggerda ince ince ipek gibi dokuduğum hikayeci temamdan iyice uzaklaşmış olabilirim. Mamafih bazen cidden canım çok sıkılıyor. Özellikle kaybolduktan sonra kıymetini iyice anladığım eşyalarımın ardından yas tutarken. 

5 Kasım 2016 Cumartesi

Fazla Şarap

Ayemepesincır. İncirlideydim bir aksam üstü. Götümde şortum üstümde liselim. Biir geceydi buu. Ağzımda buruk bir tatz. Ağzıma kinder country soktum. Dansettim hayvan gbi. Ne siğdirdim. Siğdirdiim. İggy pop passenger çalıyourdu. Kinder country soktum yine ağzıma delice.  Muzlar vardı bir bir.  Tek tek. Ağardı bak saçlarım tek tek.
Garip bi akşam üstü, ben ve İggy Pop beraberce içiyorduk. Adam çirkindi ne yapsın. Adam gençken bile yaşlı gibiydi. LaLaLLa LALALALA. Diye şarkı söylüyordu. Beni yine hıçkırık tutmuştu. Yeni bi şarkı başlamıştı. The animalstı çalan.
Patatesli börek bence iyidir.çünkü insanın en mutsuz anında yegane dostudur. Neden mi patatesli bir bçrek? Çünkü o beni gangsterlerin elinden kurtardı. Sonra oturdum bir tabak kavun yedim. Tabağı yalamıştım. Sonra üstüne oturdum bir tabaka tütün tüttürdüm. Tüttürmek eğer tütünden geliyorsa mesela patates ile ilgili neden bir efekt yok? Pattetledim mesela.
Havada aşk kokusu vardı. Onu yazdım boşver onu. Siktiğimin gerizekalısı, ağzımda bir acı tat sokaklarda dolanır dururum. Sokaklar ben, ben sokaklarsız yapamayız. Çünkü biz gangsteriz. Okka bebenin ruhu hepimizin içinde bir parrça geziyordu.
Aşkıma karşılık bulamamıştım. Kaşığım irmik helvasız boştu. Kıçım oturmaktan uyuşmuş uyuşmuştu. Müzik niye durdu?Kaşlarımı aldım. Siigaramdan bir nefes çektim. Neden irmik helvası pişirmedin? Okka bebe on the storm.
Sevgilim başkasıyla evlenmişti. Jim Morrison başkasıyla evlenmişti. Ben de o fırtınadaki bir sürücü olabilirdim. Onun yerine şu an leblebi yiyordum. DUM dum dum. Sıçıyordum. Tırnaklarım yiyordum. Gazete üstünde lahmacun kemiriyordum. Kendini yediriyor bu namuszuz.
Götüm zonk zonk zonkluyor Jim Morrison ağlıyordu. Lahmaç on dı storm.
Kadınsız kalmıştım. Tütünsüz yatmıştım. Kol gbi sıçmıştım. Küvetten su sızıyordu. Tesisatçı çağıramadım. Dünden kalan lahmaçi gömdüm. Keşke Jim morrison da yanımda olsaydı. Seviyordum. Burnum akıyordu. Duşa girdim. Pazardan aldım bir tane. Nar yedim.
Erkeğim başkasıyla evlendi. Ben lahmaçla avundum. Bir örnek bornozumuz vardı halbuki. Benimkinin kuşağı kaybolmuştu. Skimiz taşağımıza denkti. Borudan çöp atıyorlardı.
Skimiz taşağımıza denkti.
Bizimkisi umarsız bir cenkti.
Donlarımız aynı renkti.
Şimdi ürek tırtılur.
Kadın yine sigara içiyor ya. Bu kadar.

Sonradan not: Yazarlar anonimdir. Her kafadan bir ses çıkması sonucu ne duyuldu ise o yazılmıştır. Çoklu kişilik örneği değildir. Saygılar, esenlikler, öperim. 

17 Eylül 2016 Cumartesi

Okka Bebe

Güm diye gümledi hava
Geliverdi Okkabebe dünyaya
Terminatör'den halliceydi
Kalkanları devredeydi
Kuşlar göç etti o gelince
Bal gibi şaraplar karıldı
Sekiz tane semiz koyun kesildi
Adaklar sunuldu tanrılara
Alternatif evrenden çökeyazdı dünyamıza
Okkabebe geldi dünyaya.

Ağzına sıçayım senin Okkabebe
Okkabebee Sikkobebee
Okkabebe çaysız ne yapacak
Çaaay çay olmadan yaşayamıyorum (Nakarat x 2)

Koro susmuştu. Herkes işine gücüne kaldığı yerden devam ediyordu. İnsanlar günde 3-4 saatini yolda geçiriyor, sevmedikleri işlerde yeterli olmayan maaşlarını alıp, ellerinde telefon, diğer insanların dışı parlatılmış hayatlarına bakıyorlardı (ulan amma ağır oldu bu). Allah belasını versin yine mi yurtdışına çıkmış mna koyduğumun çocuğu diye düşünen bizler, duyularımızı körelten dış dünya yüzünden hiçbir şeyin farkında değildik.
Oysa Okkabebe adında birisi an itibari ile dünyamıza geçiş yapmıştı. İzzet Yıldızhan'ın "birisi" adlı şarkısı eşliğinde hayatlarımıza devam ederken, Okkabebe bir dağın başında dans ediyordu.
Okkabebe alternatif evrenlerden birinden kendi isteğiyle dünyamıza gelmişti. 35 yaşındaydı ve hala ailesi ile yaşıyordu. Okkabebe alternatif evrende pezevenkti yani bir nevi iş adamıydı. Uzmanlık alanı yoktu. Terlik ve deniz yatağı imal ediyordu ve bedavaya her isteyene veriyordu terlikleri. İşte o böyle biriydi. Arkadaşı hem var hem yoktu. Bir zamanlar arkadaşlığa çok önem verir ve bir arkadaşına gitti mi en az 4 gün kalırdı. En sevdiği şey dans etmekti ve dansını yaparken insanların içi utançla dolardı. Onu çok severlerdi. Onu en çok seven kişi ise babasıydı. Bütün dans figürlerini Okkabebeye o öğretmişti ve bu dansa kendinden bir şeyler katmasına asla izin vermemişti.
Dağın başında dans eden Okkabebe, terliklerini geri ayağına giyerek taksiye bindi. Parası olmadığı için geri indi. Biraz yürüdü ve az ilerde içi para dolu bir çanta buldu. Onu almadı ve dans etmeye başladı. Dansı bittikten sonra kendine çay içmek için bir kıraathaneye girdi. Çaysız yaşayamazdı. Çay söylemişken okey oynamaya başladı ve emmilerden üttüğü paralarla bütün kıraathane sakinlerine çay ısmarladı. Bedava çay içen dayılar Okkabebeyi gönülden alkışladı.
Dışarı çıktığında bir sahaf gördü. Kitapları karıştırırken bir tanesinin arasında 1998 yılına ait bir uçak bileti buldu. Uçak biletinin sahibini bulmak gibi bir amaç edindi. Onun geldiği gezegende bilişsel evrim bize göre daha üst sınırdaydı. Bileti koklayarak sahibini bulabilirdi. Ancak sonuç oldukça hüzünlüydü çünkü biletin sahibi artık yaşamıyordu. Ancak akrabalarına ulaşabildi. Bileti onlara verdi ve ağlamaya başladı. Ne yapacaklarını bilemeyen akrabalar ise onu içeri davet ettiler. Ama o girmedi. Yine dans etmeye başladı. Utançla karışık bir acıma duygusu yaratarak dansını bitirdi.
Kendine yaşayacak bir yer bulmalı ve ölene kadar da orada yaşamalıydı. Evlere bakarken bir kiralık ilanı gördü. Emlakçı evi gezdirirken çaysızlıktan kurumak üzere olduğunu farketti. Emlakçıyı da alarak markete gitti. Aldığı çay paketi ile kasaya doğru yürürken bir anda kafasına konfetiler yağmaya başladı. Kendiyle gurur duyan Okkabebenin ise aklına babası geldi ve dansına başladı. Marketin 1 milyonuncu müşterisi olduğu için ona ömür boyu çay ve hediye çeki vererek tebrik ettiler. Bu hediye çekini emlakçı aracılığı ile ev sahibine veren okka bebe yeni evine taşındı ve çayını demledi.
O sırada koro devreye girdi;
Okka bebe, ne hoş ettin taşınarak yanımıza
Boğazla iri yarı boğaları, sun tanrılara
Canın isterse et dansını, onurlandır babanı
Sen bizdensin artık, kal burada sağlıcakla

Okkabebenin dünyamıza geldiği gün bizler için yazının, dilin veya ateşin icadı kadar önemli bir olaydı ancak hiçbirimiz bunun farkında değildik. Bundan yüz yıl sonra Okkabebe dansı Macarena dansı kadar ünlü olacak ve adına heykeller dikilecekti. Oysa o bunların hiçbirini amaçlamamış olacaktı. Evrilmeye yine yanaşmayacaktık. Üzerinde Okkabebe olan tişörtler giyecek ancak para dolu çanta bulduğumuzda ahlaki ikilem bile yaşamadan o paraları çatır çatır harcayacaktık.




2 Ağustos 2016 Salı

Nina ve Koca G*tlü Sahibi

Tepkiliyim. Çanakkale'deyim. Size dünyanın en saçma ve en hüzünlü hikayesini anlatacağım şimdi. Kısa sürecek çünkü bilgisayarım yok telefonla yazıyorum. Öylesine yazasim geldi ki tutamadim. Iki tane müshil atmış gibi terliyorum. Anlatinca rahatlatacak.
Feribottaydim bugün. Buraya kadar güzel. Efildeyip denize bakıyor ve Istanbul'a küfrediyordum içimden. En son dün tramvaya binemeyisim ve kabak çiçeği gibi açıkta kalisimi düşünüp "simdi gelin burada bulun beni sıkıyorsa ipneler" şeklinde kendimi rahatlatiyordum. Derken meleksi bir hevhev duydum. Hevhev diyordu minik varlığıyla bembeyaz minik tüy yumağı bi köpekcik. Sacini toplamislardi köpeğin ve ona rağmen köpek olduğu her halinden belliydi. Çünkü o bir köpekti. Nereden anladin lan Bravo derseniz eğer havlamasindan anladım galiba.
Oyuncak gibi birsey size dogru gelirse ve içinizde bir nebze hayvan sevgisi varsa onu sevmek istersiniz değil mi? Nitekim ben de öyle yaptim. Hayvancik bana ben ona sevgi gösterdik. Derken bir ses duydum " naaaayyyyn nina naaayn" diyordu ses. Kafami yukari kaldirdim ve yayla gibi bir göt ile karşı karşıya geldim. Çöğdürme pozisyonunda köpeği seviyordum oysa. Sonra götün ve köpeğin sahibinin carpilmis suratiyla karşılaştim. Abi hayatımda kimse bana öyle kötü ve kin dolu bakmadı galiba. Üzüldüm lan. Kin doluydu sanki anasini skmisler gibi bir ifadeyle bakarken " Öyle ters ters bakmaniza gerek yok,sevdim yani bişey yapmadim" dedim. Almanca nein dese bile Türk olduğunu anladim çünkü Türk filmlerindeki görgusuz almanci tiplemesiydi tam. "Sorabilirdin sevmeden önce" dedi yine suratına şeytan isemis gibi bakarak. Haa oldu o zaman deyip döndüm ve inanılmaz derecede moralim bozuldu. Otobuse bindim minilmis bir sekilde. Türk filmlerindeki Kezbanlar gibi dramatik bir şekilde camdan baktım. Yayla ise hic orali değildi. O köpek sana fazla, kötü kadın dedim sinsice bakarak.
Çok ilginç değil mi ya,o da can taşıyor.
Bu arada elbette köpek kıymetlidir, çocuğu gibidir falandır filandır. Lakin şöyle de bir şey var, velev ki ben kötü niyetli insanlardan biriyim ve ruh hastasıyım. Sen o köpeğin saçını bağlayarak nasıl bir ruh hastasısın peki? Biraz saygı göster lan köpeğin doğasına. O hayvancağız kurttu lan önceden. Şimdi git bi kurdun kafasına fiyonk bağla boynuna ip bağla naayn nina nayn diye çekiştir bakalım boynundan. Bana çok sapıkça geliyor.
Nayn nina nayn nedir abi. Nayn Davut vardı eskiden. Evet şimdi müshil etkisini gösterdi. Çanakkale'den sevgiler.


12 Mayıs 2016 Perşembe

28 Yaşında küfür etme çabam

Bu yazıyı ana avrat söverek yazmak istiyorum. Bu gün kibarlık sınırlarımı ortadan kaldırıp yeni denizlere yelken açmak istiyorum. Çünkü reşit olalı tam 10 sene oldu ve bir grafik oluştursam küfür etme oranım seneler içinde %99 azaldı. Kar zarar grafiğini de paralel çizsek dümdüz bir çizgi çıkar, küfür etmek kadar güzeli var mı mna koyayım? Oh ilk böyle başladım hadi bakalım.
İstemiyorsan niye küfür ediyorsun etme lan diyenlere şunu diyeyim: çok istiyorum ama edemiyorum. Bu döngüyü kırmak istiyorum. Bunu sktirboktan bir otobiyografik hikayemi aktararak gerçekleştirmek istiyorum. Küfretmekten hoşlanmıyorsanız sktirip gidebilirsiniz(ne alakaysa). Neyse Küfür içten gelmeli.
10 sene önce reşit olacağım diye çok mutlu hissediyordum kendimi. Çünkü benim için reşit olmak demek raken koka filan gidebilmek demekti. Bara girebilmekti. Oy kullanabilmekti. Bu kadar yani. 10 senedir hiçbir skim anlamadığım bütün bu eylemlerin hepsini gerçekleştirip durdum. Ancak bundan tam 10 sene önce reşit olacağım diye kabıma sığamayarak bir parti tertipledim. My sweet 16 kızları gibi, al al yanacıklarım, kendi suretimin olduğu bir pasta ve birbirinden alakasız 15-20 adet ergeni bizim eve davet ettim. Bu ergenler benim o sırada arkadaşımdı. Hepsi birbirinden gerizekalı ve malın önde gideniydi. Bu arada 4-5 kişiyi konu dışı bırakayım da ayıbolmasın... Bak hala ya. Abi ne oldu bana ya yıllar içinde? Milletin yanlış anlamasından ne çekinir olmuşum ya. Neyse bu ipnelerle biz buluştuk bizim evde, ve ondan sonra olanlar oldu. Milletin içindeki pis sapık bir anda ortaya çıkıverdi. Balkondan bira şişeleri atanlar, kucaktan kucağa gezenler, "mete s.k beniiiiiiii" diye feryat figan bağıran bir mal, ona korku içinde bakan bir Mete, kızı tokatlayan başka bir arkadaş, kafasını suya sokan başka biri, ayak fetişisti olduğunu anlatan başka biri ve elinde süpürgeyle evde mal gibi onların pisliklerini temizleyen ben. Yardım edenim de vardı ama sanki herşeyi kendim yapmış gibi hissediyorum. 10 yılın neyse ki kafamdan sildiği diğer birbirinden korkunç şeyin vuku bulduğu o boktan gün. İşte o gün 18 yıldan sonra deneyimleyerek öğrendiğim, hele de ortamda alkol varsa nerde çokluk orada cidden bokluk olduğuydu. Afedersiniz ama ne lüzum vardı bu kadar ipneliğe? Gerçi ibne dediğin en fazla hemcinsiyle yakınlaşır, bunlar benim ebemi ziktiler o gün. Bir türlü bitmeyen günün sonunda bir saat de sırf annemden zılgıt yememek için ev temizliği yaptım ve reşit olduğum parti böylece sonlanmış oldu. Cidden yapılan en büyük götlüktü galiba bu bana. Tamam çoğu insan birbirinden alakasızdı ve yeni tanışıyordu da ulan bu anı mı beklediniz hepiniz ya? Şimdi mesela o 20 kişiden iki belki üç kişi hala hayatımdadır, neyse ki.
O gece girdim yatağıma ırgat gibi çalışmış olmanın verdiği yorgunlukla kuyu gibi bir uykuya daldım. Aradan on sene geçti ve 28. doğum günümde üzerimde güzel bir elbise, yanımda uzun boylu yakışıklı biri ve biz el ele tutuşmuş akşam üstü sokakta yürüyorduk. Sonra bir tiyatro salonuna girdik ve beraber en önden Hamleti izledik. Eve gittiğimde yüzümde bir gülümseme, içimde bir mutluluk, metroda akbil makinesi tarafından "DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN" diye yüksek sesle doğum günümün kutlandığını hatırlayıp daha da gülerek ve sevdiğim insanları düşünerek bebişler gibi uyudum amk. A me ka. Son kelimeye ulaştığımda "küfür etcektin ya lan" diye uyardı beni beynim. Ben neden küfredemiyorum aslında şimdi anladım. Çünkü küfürler çok cinsiyetçi. Amına koyayım ne mesela ya, orospu çocuğu, ibne, götveren bak hepsi komik ama çok kadınlara yönelik değil mi? Ecdadını sikeyim belki bir nebze daha unisex bir küfür. Onu da ejdat olarak söylemek daha hoş. Kafamı skeyim ya amma düşünüyorum ben de. Artık yapacak bişey yok, vurup kafayı uyuyayım bari.

9 Nisan 2016 Cumartesi

Deli Saçması

Az önce neler yazdım lan ben burada diye bir düşünce ile kendi yazdığım yazılara bir göz attım. Ya bende ciddi bir problem var ya da yok. Yazdığım her şey baştan aşağı deli saçması, yok efendim robot arkadaşım bana zorla Ales çalıştırıyor, kitap okutturuyor. Sonra Götlü nedir? Uzaylı geliyor ve yaptığım tek şey deli olmadığımı ispatlamak. Şarköy gibi yazlıkçıların akınına uğrayan ve sıvı boktan oluşan bir denize sahip bir yerde, bir anda aman allahım, dinozorları evlendiriyoruz, maymunlar don hırsızlığı yapıyor. Yarı ölü bir kız gelip kafamızdan çelenk geçiriyor. Benim normal bir hayatım var lan, kahvaltı falan yapıyorum. Minibüse binip " şurdan bi bakırköy uzatır mısınız" felan diyorum. Bulaşıkları bulaşık makinesine koyuyorum. Aha hatta şimdi çamaşır makinesindeki çamaşırları unuttuğumu hatırladım. Şimdi de Şarköyle ilgili süper kahraman hikayesi geldi aklıma mesela. Okuyan varsa niye okuyor bunları acaba. Okuyun ama normal bir hayatım olduğunu da bilin. Ne kadar normal olabiliyorsa o kadar normal. İyi günler. Bu arada blogger saatimi tee ilk zamanlar Tokyo saatine göre ayarlamıştım ve nasıl geri düzelteceğimi bir türlü bulamıyorum. Öyle işte.

29 Şubat 2016 Pazartesi

Bazen gerçek olur ütopyalar

Şimdi paylaşacağım haber, şarköyün sesi gazetesinden alıntıdır.


ŞARKÖY SAHİLLERİNDE GÖRÜNEN TURUNCU RENGİN SIRRI ORTAYA ÇIKTI. www.sarkoyunsesi.com.tr 
Uçmakdere sahilinden Şarköy merkeze kadar kilometrelerce mesafelik bir alanda denizin renginin turuncu olması vatandaşlar tarafından şaşkınlıkla karşılandı. Sabah saatlerinde sahil kesiminde başlayan turuncu renk istilası vatandaşlar arasında merak uyandırdı. Gazetemiz tarafından ilgili uzmanlardan aldığımız bilgiye göre denizde görülen denizin renk değiştirme olayının RED TİDE (kırmızı gelgit) olayı olduğu ifade edildi. 
RED TİDE (KIRMIZI GELGİT) NEDİR? 
Bu biyolojik oluşum, genellikle ilkbahar ayları sonu veya yaz aylarında sıcak sularda görülüyor. Çoğunlukla bazı canlı türlerinin zaman zaman oluşturduğu sürüler tarafından oluşturuluyor. Bu sürüler bulundukları suya kırmızı bir renk veren ve öldürücü bir etkiye sahip olan toksin salgılıyorlar. Bu toksinlerin yoğunluğuna göre su renk değiştiriyor. 

Şarköyün Sesi Gazetesi Resmi İnternet Baskısı şarköy, şarköyün sesi, şarköyün sesi gazetesi sarkoyunsesi.com.tr

12 Ocak 2016 Salı

Atın Beni Denizlere

İç dünyam ile gerçek dünyanın birbiriyle hunharca çakıştığı vıcık vıcık gözlem içeren bir başka yazıya daha hoş geldiniz. Bunları elimde bir mikrofon ile anlattığımı ve sonunda herkesin rem uykusuna geçeceği bir konuşma gerçekleştirip utanıp arlanarak sahneyi terk edeceğimi hayal ediyorum.

Bilbo Bagginsin birazcık pipo tüttürüp bir sonraki öğünde yiyeceği yemeği düşlerken bir anda Gandalfın çıkagelip, Bilbonun keyfini skip atarak onu bir maceraya davet etmesi bir zamanlar Hobbiti okurken en sevdiğim kısımdı. Şimdi Gandalf'ın g.tün önde gideni olduğunu düşünüyorum. Bunun benimle ne ilgisi var, tabii ki yok.

Önemli bir sebepten dolayı, haftada 3 gün şehir içinde yaklaşık 5 saatlik bir yol tepiyorum. Bahçelievler'den Pendiğe gidiyorum. Minibüs, metrobüs,metro, otobüs, otobüs,metro,metrobüs, minibüs. İşte sürprizlerle dolu yolculuğumun formülü bu. Bu süre zarfında çoğunlukla gözlem yapıp, rahatsız edici bakışlarımı insanların üzerinde gezdirip, onların bir parçası, can pazarının bir mahsülü olmak istiyorum. Vejetaryen değilim, yamyam hiç değilim. Hannibal Lecter'a saygı duyuyorum ama onun gerçek olmadığını biliyorum. Psikopat değilim. Pamuk hemşire de değilim. Ama Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam kitabındaki karakter gibiyim biraz. Okumayana açıklayamam. Birazdan örneklerle anlatacağım.

Metrobüste biri kalkacaksa eğer, kendini bir durak önceden otururken belli ediyor. Elindeki telefona kitlenmiş halde iken, bir anda çantaya konuluyor ve boyun öne uzatarak boş gözlerle camdan dışarı bakmaya başlıyor kalkacak kişi. İşte o an ben o yöne, sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş da tesadüfen orada bulunmuşum gibi gidiyor ve oturuyorum. Kimse taa uzaktan ne bok yemeye geldin diyemiyor. Önünde koltuk boşaldıysa oturma hakkın var çünkü, metrobüs adabına göre uzaktan kalabalığı yarıp oturamazsın. Uzaktan koşarak kapsan bile kınayan gözlerle bakarlar sana. Yazılı olmayan kurallardan biri de bu bence. Oturarak gitme ulan sen de diyebilirsiniz ama neden oturmayayım abi. Kimseye de yer vermem ayrıca. Acımasız olmak toplu taşımada hayatta kalmanın kurallarından biri bana göre. Herkesin bu vahşi hayatta bir stratejisi olmalı. Bence.

Teyzeler, yanında kitap okuyan biri varsa inene kadar o kitaptan en az on sayfa okuyorlar. Ama sadece teyzeler, emmilerin kafa yorgun galiba pek iplemiyorlar kitapları.

Boğaz köprüsünden geçerken o kadar boktan duraktan sonra pencereden ilk kez güzel bir şey çıkıyor karşımıza. Ben ağzımı ayırıp bakarım her seferinde ama etrafımdakiler bir sefer göz ucuyla bakıp kafalarını çeviriyorlar, bunu farkettim. Böyle sanki çok ünlü birini görmüşte ilgilenmiyor gibi. Sanki hepsinin evi boğaz manzaralı. Yine mi aynı terane dercesine, ellerindeki telefona daha bir gömülüp daha bir canla başla instagrama giriyorlar. Güzel olan bir şey görmezden gelinmemeli. Ama geliniyor. Bana kalırsa yolculuğun en güzel yanı köprüden geçmek çünkü dünyaya tek ait olan şeyi görüyorum o sırada. İnsan eliyle yapılan her şey bir anda yok olsa geriye kalacak nadir şeylerden. İnsanlar belki etkilenmiyor belki de "çok kentli", "çok istanbullu" olduklarından etkilenmemiş gibi yapıyor. İstanbullu var mı acaba bindiğim herhangi bir metrobüste, ben de dahil.

Sonra inip Kartal metrosuna doğru yürümeye başlıyorum. İnsanlarda en gıcık olduğum şeylerden biri de aşırı ellerini kollarını sallayarak yürümeleri. Bence bu acele ederek bir yere yetişmek zorunda kalanlara büyük haksızlık. Kalabalığın içinde yürürken senin kolunla temas etmek zorunda mı bu insanlar? Sırf bu haksızlığı yaptılar diye hafiften yakın geçiyorum çok kolunu sallayan birine. Çarpıp özür dilesin diye. "Pardon" dedikten sonra kolu bana çarpan kişi, "önemli değil" diyerek yürümeye devam ediyorum.

Kartal metrosuna inmek için yer kabuğundan inip magmaya kadar devam etmek gibi bir şart var. Belirli banka atmleri var ama hiçbiri çalışmıyor. Öyle dekor amaçlı koymuşlar onları. Metronun içinde en güzel yer, 3lü koltuklar bence. Çünkü sağa veya sola kafa yaslayıp uyuyabiliyorsun. Simetrik balık desenleri de güzel tavandaki. Yerdeki anlamsız şekiller ise belirsiz bir matematiğin ürünü. Asla soyutlayamıyorsun. Telefon çekmiyor burada, yaklaşık 1 saat sürüyor Kartal'a varılması. Soğanlık, Gülsuyu gibi insanda kokuları çağrıştıran durak isimleri var. Bir nevi sinestezi yaşıyorsun, algınla oynuyor duraklar. İnsanlar daha çok kitap okuyor Kadıköy Kartal metrosunda. Uykuya dalmak ise daha tatlı ama başta dediğim gibi üçlü koltuğu kapmak bu noktada önemli.

Otobüste ise çok dolu olduğundan, orta kapıdan alıyorlar yolcuları. Akbiller elden ele dolaşıyor. Biri hepsini basıyor ve geri dönüyor. Akbil dedim ağız alışkanlığı, istanbul kart tabi. İstanbul kartım bana dönünce otobüsteki herkesle gurur duyuyorum. Böylece Pendiğe ulaşmam gereken noktaya varıyorum.

Agresif gelebilir bu yazdıklarım, ancak tam tersi olumlanmış halde yazdım her şeyi. Hayatımızdan saatler gidiyor işte böyle, sanki çok normalmiş gibi katlanıyoruz. Bir yere ulaşmaya çalışırken bile sanki ilkel bir şekilde bir mağaraya zincirlenmiş ve elimizden hiç bir şey gelmeden insan ve diğer şeylerin gölgelerini izlemek zorunda gibiyiz. Mağaradan kaçıp yalnızca gölgeleri izlemek zorunda kalmayanlar için buraya her defasında geri dönmek ve bu şekilde yaşamak zorunda olmak ne kadar zor. Aklıma Planton'un mağara alegorisini getirecek kadar fazla vaktim oluyor yolda düşünmek için.  Şu filmlerdeki gibi tahta bavulla "öcümü alacağım senden İstanbul" diye bağırdığım anda göyneği giydirin yatırın beni bir hastaneye. Ama daha vaktim var gibi.