7 Ağustos 2021 Cumartesi

Efkarım birikti sığmaz içime

 Ağaçlar yanıyor. Yangının en başından beri öyle dayanılması güç bir keder içindeyim ki hasta olup yerimden kımıldayamadığıma sevindim adeta. Bu neyin suçluluk duygusu bu kadar bilmiyorum... Çocukluğumdan beri hep doğayı sevdim, zarar vermedim, yedigim meyvenin bile çekirdeğini saklayıp ektim. Hasta, aç hayvancagizlar için elimden geleni yaptım. Kendim yemek yerken onları da düşündüm. Sevdim onları.

Insanlar canımı sıktığı zaman gidip ağaçlara sarıldım, dev bir şefkat ile sevdim bütün ağaçları. Aynı zamanda kuşları, kedileri, köpekleri her türlü hayvanı. Inekleri görünce çok mutlu olup onlara şiir okumuş insanım ben gerçekten. 

Ama su an değer verdiğim her sey yanarken uzadıkça uzayan hastalığımla boğuşuyorum. Bu hastalık olmasa korkunç bir yas yaşayabilirdim. Iyi ki yatak döşek hasta oldum. Yine de tutacağım yasımı. Ama benim yas tutmam o canları geri getirmeyecek. 

Bundan 8-10 yil once yazdıklarıma baktım da, giderek o kadar kötüye gitmiş ki tüm dünya ve yaşadığımız ülke, şimdi geyik yapmayı geçtim, ne yiyoruz ne içiyoruz, kişisel bir derdimiz var mıydı hiç fark etmiyor. Öyle bir devir artık bu. Bu kadar kötülüğe bu olan bitenlere dayanamıyoruz artık. Hasta hasta sabahı 5 ettim, döndüm bloguma geçmişimde ne yazmışım, belki okurum kafam rahatlar dedim. Ama tam tersi oldu. Huzur yok, normal bir güne hasretiz. Şebnem ferah'ın bi şarkısında dediği gibi: sıradan basit bir günün uğruna, hic dua etmemis, hiç yalvarmamıştım. 


22 Kasım 2019 Cuma

Cici Robotun İntikamı

Bundan yıllar önce evimde barındırdığım masmavi, deli mavi gözleriyle gönlümü eriten tatlı robotumun kendini imha edişinin üzerinden yıllar geçmişti. Yıllar geçerken benden de bir şeyler götürmüştü diyeceğim ama hayır abi, ben aynı bendim. Ama robotumun bana ihanet edip, benim de onun ağzını burnunu kırdırmamdan sonra acil durum butonunu devreye sokup kendini imha etmesi cidden üzmüştü.

 Onun varoluş amacı ben bir grup geri zekalıdan izole bir halde yaşarken, gelip biraz disiplin sağlamaktı. Ama olaylar kontrolden çıkmıştı.  Artık yoktu o, özgürdüm, geri zekalı sürüsünde yerimi alabilirdim.Yolda yürürken elime tutuşturulan ilanları hiç ses etmeden alıyor "İngilizce eğitim ister misiniz?" diye soran herkese "Evet isterim" diyordum. Hayır asla bir cevap değildi artık benim için.

Bir gün işten çıkmıştım, yorgun plaza kaşarlarıyla beraber Mecidiyeköy'den etlerim sıkışa sıkışa metrobüse binmiştim. Artık insanlar benim ben de bu insanların bir parçasıydım. Sürekli temas eden o sıcak ve hafif nemli götler, dayılarla teyzelerle ve 7'den 70'e herkesle ass to ass olmam, garip garip bakışmalar ve daha niceleri artık benim hayatımın birer parçasıydı. Birinin götü ile temas etmediğim günü yaşadım sayamıyordum artık. Bir kulağımda kulaklık, etrafım insanların bedenleri ile çevrelenmişken, birinin bana baktığını fark ettim. Metrobüste herkes herkese boş boş anlık bakar ama bu ayrıydı. Bir çift deli mavi taa körük kısmından bana ulaşmış ve bir anda tarifsiz bir heyecan yaşatmıştı bana. Yoksa? Hayır bu mümkün değildi... 10 sene geçmişti üzerinden. Acısıyla tatlısıyla, göz yaşlarıyla, neşeli kahkahalarla geçen tam 10 sene. Fakat o mavi gözler inkar edemeyeceğim bir kavuşmanın sinyalleri miydi?

10 senedir kendimi pek iyi hissetmiyordum. Çünkü ben bir katildim. Hayatının baharındaki bir robotu, sadece ufak bir yanlış anlaşılma yüzünden bu hayattan çekip almıştım. Onun da yok muydu yaşamaya hakkı? Onun da metrobüse binmeye, göte doymaya, insan sürüsü ile bir yerlere sürüklenmeye, sevmeye, sevilmeye hakkı yok muydu? O da bir can taşımıyor muydu? Ama bunu düşünemeyecek kadar toydum. Gelip ebemi sikse hakkı vardı. Terminatör gibi karşıma çıksa ne diyebilirdim ki? Gel sıç ağzıma demekten başka?

Metrobüsten hemen indim bir sonraki durakta. Kalbim küt küt küt diye çarparak kapıya baktım. Kimse inmemişti arkamdan. Hay sikeyim tam da indiğim durak Cevizlibağ idi. Can pazarının ortasında bir yerlere sürüklenirken arkamdan iki metalik ve soğuk el gözlerimi kapattı " Bil bakalım kimiiiim" diye sorması ile heyecan, mutluluk ve pişmanlıkla dolup taştım. "Sensin değil mi ne olur doğruyu söyle!" diye bağırdım. Evet gerçekten de ta kendisiydi, biraz daha insanlaştırılmıştı ama gözlerindeki o mavi bakış baki kalmıştı. Hayvanlar gibi sarıldık insan kalabalığinin ortasında. Böyle bir kavuşmaya şahit olan Cevizlibağ yolcuları kıyamet gibi alkışlamaya başladılar bizi. Alkışın biri bin paraydı, birileri üst geçitten taze gül yaprakları ve balonlar saçmaya başladı tepemize. Sonra da havai fişek gösterisi başladı. Herkes bir anda dans etmeye ve birbirine sarılmaya, kahkahalarla gülüp sigara yakıp içmeye başladı. Bir festival başlamıştı Cevizlibağ durağında, metrobüs seferleri kilit olmuş insanlar sokaklara dökülüp dans etmeye başlamışlardı.

Robotum ve ben ise şaşkınlık ve mutluluk ile dans ederken bir anda kafama dank etti. Ulan biri beni hapladı mı, alnımdan zehirli okla mı vurdu ne oluyordu böyle? Ayrıca bu robotu ben bi sefer öldürmekten beter etmiştim nedendi bu kadar samimiyet? Bunları düşünerek biraz geri bastım.
"Ya bu arada" dedim "Aramızda bir husumet yok değil mi seninle? Son yaşananları düşünürsek.."
Bir anda dans etmeyi bırakan robot "Ne husumeti lan, robotlarda husumet mi olurmuş. 10 sene önce de böyle maldın hala malsın sen de haa" dedi.

Heyecanlı kalabalık biraz yatışınca geri metrobüse bindik beraber. Biner binmez de şansımıza yer boşaldı "Abi sen otur ya" dedim.  Öküz oğlu öküz "yok canım sen otur" filan demeden direkt koydu götünü koltuğa. "Çantanı ver ben taşıyayım ağır senin çanta" dedi. Verdim çantayı, kucağında taşıdı.
İncirli durağına kadar da otura otura gitti.

Sonra gittik tekelden ikişer bira aldık, parka oturduk. Bir kaç barzo ve bankta uyuyan bir dayı dışında sakindi park. Biraların yanına birer sigara yakıp geçmişi yadetmeye başladık. O da ona eklenen son özellikleri anlatmaya koyuldu. Biraz değer yargıları ile de oynamışlardı bu robotun, biraz paragöz biri olup çıkmıştı. Ev kredisine filan girip gittiği Avrupa ülkelerini anlatmaya koyuldu. "Lan pezevenk, ben seni 10 senedir öldü zannediyordum, gününü gün ediyormuşsun" dedim. Vicdansız, tamir edildikten sonra kaçıp izini kaybettirmişti. Bense onu öldü bilip bir katil olarak hayatıma devam etmiştim. Türk filmi tadında bir hikayemiz olmuştu ipnetorun sayesinde. Bunu öğrendikten sonra içim hiç rahatlamamıştı. Gidip tekelden 5er bira daha aldık ve sabaha kadar içip köpek gibi sarhoş olduk.

Sabah olmaya başlamıştı, kafam güzelleşmiş ve bir rahatlama gelmişti bana. Bir saat sonra tekrar metrobüse binip işe gidecektim. Beraber sendeleye sendeleye üst geçide çıktık. İnsanlar da ufak ufak evlerinden çıkıp yola koyulmaya başlamışlardı. Yarrak gibi olmuştum ağzımda iğrenç bir tat ile el yordamı ile çantamdan delete sakız aramaya başladım. "Senin mna koyayım ya robot diye, yıllarca vicdan azabı çektim senin yüzünden pezevenk" diye ayakta güçlükle duran robota doğru aniden döndüm. Dönerken de hızla ona çarptım. Bu çarpma ile dengesini tamamen kaybeden robot ise merdivenlerden paldır küldür yuvarlanarak aşağı düştü. Düşmenin etkisiyle kafası ve bir kaç mekanik parçası da yerinden fırladı. Hasiktir hasiktir diye bağıra bağıra kolunu bacağını toparlayarak gövdesine ulaşmaya çalıştım. Tam o sırada yine büyük bir gürültü ile yine kendini imha moduna geçen robot, bir kez daha hayata veda ediverdi... Gerçekten inanamıyordum artık bu kadar talihsizliğe. Genç ve körpecik bir robotun onca hayaline, yapmak istediği Londra gezilerine ve daha nicelerine çomak sokmuştum yine.
Ellerimde metal kollar bacaklar, gözlerimde yaş alelacele metrobüse bindim. Mecidiyeköy'e vardığımda isyan etmenin bir işe yaramayacağına kendimi ikna ettim. Her tarafımda nemli, sıcak götler sarmışken kafam çok daha iyi çalışıyordu. Çok rahat düşünüyordum, artık duygusal davranmayacaktım.
Öğlen kinoalı salatamı yerken gerçekten bu robotun bir sonraki geri dönüşünün muhteşem olacağını düşünerek "hay skeyim yaa" diye feryat etmekten başka bir şey gelmedi elimden. Bir sonraki seferde gerçekten de ağzımı burnumu kıracaktı. Belki de parçaları bir yere gömüp, onu da kalbime gömmeliydim. En iyi çözüm buydu. Suç ortaklarım Elif ve Çınarla bu işi halledebilirdik. Yeni bir macera için artık kalbim de bedenim de çok yaşlıydı. Ama yine de bu sefer gönlüm elvermedi, topladığım tüm parçaları bir araya getirip bir şekilde yeniden yaşatmalıydım onu. İsterseniz göt korkusu deyin isterseniz erdemli davranmışsın deyin, ona bir vefa borcum olduğu gerçeğini yadsıyamayız hiçbirimiz. O yüzden kopan parçaları kutuya koyup benden bilmesin diye üretildiği robotic şirketine kargoyla postaladım. Yüzümde doğru bir iş yapmış olmanın haklı gururu ile işe dönüp bir kaç dedikoduya katıldım. Artık diyetimi ödemiştim. Borcum yoktu. Bana duacı olmalıydı.


20 Mart 2019 Çarşamba

Ruhum Yaşlandı

Genç biri olabilir mi 80 yaşındaki bir kadın? Bence hepimizden genç olabilir. Ruh yaşlanması diye bir şey var. Ruhu yaşlanıyor insanın, yoruluyor. 80 sene yaşamış kadar oluyorum bazen birkaç hafta içinde. Buzullar içinde ölüp giden Ötzi gibi yaşlanmak istiyorum. Düşmanım bana okla saldırsın. Dostmuş gibi davranmasın. Dostsa dostluğunu bilsin düşmansa düşmanlığını bilsin. Şu vakte kadar öyle çok tekrarlanmış ki bu lakırdılar, birer klişe haline gelmiş. Dost dost diye nicesine sarıldım. Ötzi ölmeden önce bunu düşünmemiştir çünkü dostunu düşmanını biliyordu. Düşmanı varmış adamın. İnsanoğlu işte. Umarım bir gün insan ırkı gerçekten yok olur. 

Düşünsenize, herkes tarafından sevilen benimsenen ve herkesin güvenini kazanan bir insan var karşınızda. Ama götün önde gideni çıkıyor. Bir süre bunu hiç kabul etmiyorsunuz ama zaman geçince ak götü ve kara götü ayırt edebilir hale geliyorsunuz. Bu "dost" sonra sizi okluyor. 5 dakika önce beraber keçi pastırması yiyordunuz. Ötzi için böyle olmadı. Onun belliydi düşmanı. Keçi pastırmasını kendine kadar kesmiş onu yiyordu. Derken bildiği düşmanı onu öldürdü. Sonra buzlar arasında unutuldu gitti. 

Hiç kimse gerçek anlamda düşmanım olamaz ama galiba insanlar beni şaşırtmaya devam edecekler. Hatta 80 yaşındaki kadınları bile şaşırtabilecekler. Hayat tecrübesi bile yeterli olmuyor bazı insanlar karşısında. Maskenizi takıp insanları kandırmaya devam edin, gelecekte 350 yaşındaki kadınları da şaşırtabilirsiniz. Üzüp kızdırabilirsiniz. Böylece başınız göğe erip götünüz arşa değebilir. Varoluşsal kaygılarım vaaaarrr bunları çözmeliyiiimmmm diye bıybıy konuşup ağlayıp anlayış bekleyebilirsiniz bi de. Haaa evet abi, bol bol kokain, bolca boş beleş insan, şeytanla anlaşma yapılmış gibi bir hayat çok daha anlamlı ve varoluş krizini çözen türden. Ruhumu yaşlandırdınız. 


8 Şubat 2019 Cuma

TILSIM

Tılsım deyince aklına ne geliyor diye sordum. "Tılsım mı?" dedi. "Kafası kelerik ama bir yandan da bukleleri var. Tılsım ancak bu olur." Esnedi. Saat de 2ye geliyor anasını avradını sattığımın Pazarında ya dedi ve Pazartesi oldu.

Pazartesi günü hakkında ileri geri konuşuyorlar hep. Ama bence dünyanın en güzel günü Pazartesidir. Çünkü Pazartesi günü kimsenin bilmediği tılsımlar gök yüzüne salınırlar. Daha çok kafası kelerik ama bir yandan da bukleleri olan kişilerin yanağına konup, tatlı bir buse kondururlar. Bu buseler birikir ve yaklaşık 45 sene içerisinde o kişinin başına talihli bir olay gelir. Eğer inanmazlarsa ve Pazartesiyi sevmeme konusunda ısrarcı davranırlarsa, 30 sene içerisinde öyle boktan bir olay gelir ki başlarına, tılsımlar gök yüzünden küskü gibi yağmaya başlar. Yerden sekip sekip dururlar. O denli kötü şeyler olur.

Bu gök yüzüne sadece Pazartesi günü salınan yıldızlar ekosistemde kendilerine birer yuva ararlar. Yıldızlar dedim, ama tılsımlar demek istiyordum aslında. Çok fazla tılsım derseniz eğer, bir süre sonra o kelimeyi söylememeniz, onun yerine yıldız demeniz gerekir. Tılsım tılsım tılsım diye pezevenk gibi ortalıkta dolaşırsanız, 20 seneye kalmaz kafanız kelermeye ve bukleleriniz çıkmaya başlar.

Bunlar herkesçe bilinen belli başlı kurallardır. Ekosistemde salınan tılsımların kendine yuva aradığını dünyadaki herkes bilir ama bilmezden gelirler. Sizin anlayacağınız, yanağınızda Pazartesi günü bir mayhoşluk, bir ürperti, bir ıslaklık hissettiyseniz eğer bu tamamen öpücük saçan, kendine yuva bulmak için buseler konduran tılsımların işidir. İyi de ben kel veya bukleli değilim ki mna koyayım diyor olabilirsiniz. Ama öyle olmadığınız ne malum? Gerçeğin ne olduğundan hangimiz emin olabiliriz ki? Belki sen o gün işe yorgun argın gitmiş saçını özenle yapmış bir plaza insanısındır. Yarı ingilizce yarı türkçe konuştuğun o günün ortasında "Pazartesi sendromu" diye ağzını büzüp duck face haline gelip bi sürü hikaye paylaştın. Levent bey de geymiş diye dedikodu yaptın durdun. Ortalıkta bağıra çağıra güleç güleç dolaştın. Öğlen balık yiyesin tuttu, ondan da memnun olmadın. Tırt olmanın suçlusu Pazartesi oluverdi bir anda. Ama sen tılsımlı bir keleriksin, yani umarım öylesindir. Öyleysen çünkü 45 sene su gibi geçer.

En sevdiğim gün Pazartesi.

4 Ocak 2019 Cuma

Hayır sen tembel değilsin, nah değilim

Başlangıçta ben de herkes gibiydim. Temelde yapmam gereken işleri yerine getiriyor gün içinde bazı kimliklere bürünüyordum. Bu kimliklere bürünürken bunu doğal bir şekilde yapmama rağmen tamamlayamadığım bir iş olduğundan her zaman endişeli bir hale bürünmüştüm. Bu endişeden kaçtıkça bir müddet rahatlıyordum. Lezzetle aramda 300 metre mesafe vardı; çiğ köfteci. Yeterince zeki olmak istiyor olamıyordum. Böyle böyle aradan 30 sene geçmişti. 30 sene dile kolay. 30 seneye bazı insanlar neler sığdırırken ben hiçbir şey sığdıramamıştım. Yapmam gereken çok önemli bir iş vardı ama yapamıyordum bir türlü. Yine o işe başlamak için her şeyi hazırlamışken kalkıp çiğ köfte yemeğe gidiyor, dönünce de linkedin, tivitır, feysbuk, ve diğer tüm sosyal medya hesaplarıma tek tek baktıktan sonra aradan 3 saat daha geçtiğini fark ediyordum.
Hatta son zamanlarda da konuşacak kimse kalmadı çünkü herkes uyuyordu, Amin Maalouf'un en son okuduğum kitabından gözümün önüne gelen sahnelere dalıp giderek bir süre daha geçirdim. Sonrasında içerideki odaya gidip resim yaptım. Resim yrrak gibi oldu, bunun üzerine bir başka odada tek ayağını göbeğine çekip uyuyan muhabbet kuşu Lokum'un yanına gittim. Hayvancağız uyku sersemi bir şekilde bir süre hareketsiz bana baktı. O bile günü tamamlamıştı ben tamamlayamamıştım. Çünkü yapmam gereken o işi 3 senedir erteliyorum. Herkese soruyorum oturup şu makaleyi yazmaya nasıl başlayacağım diye, herkesten de aklı selim öneriler duyuyorum. Dışarıda çalış, bir başla gerisi gelecek gibi yorumlar geldikçe ürküp bir ayağımı göbeğime çekip uyuyorum. Geçenlerde bir arkadaşım bana " sen sürekli kendini baltalıyorsun, acaba bunun altında yatan nedir?" diye sordu. Bir tek bu soru beni bir müddet silkeledi. Harbiden 30 tane işi yarım yarım yapmak yerine 1 tanesine neden odaklanamıyorum ben? Arnold'ın motivasyon konuşmasını izledim bunun üzerine. B planı yapanlar malın önde gidenidir diyordu. Her gün bir saat bir konuda çalışırsanız sene sonunda

365 saat çalışmış olacaksınız diyordu. Adam hem Kaliforniya valisi olmuştu, hem vücut geliştirme şampiyonuydu, hem gelmiş geçmiş en iyi aktördü hem oydu hem buydu. Gelmiş geçmiş en iyi aktör olmasa da bence diğer başarıları ile beraber bunu da yutturabilirdiniz insanlara. Bütün bunları elde etmek için eşşeoğlu eşşekler gibi çalışmıştı, gidip çiğ köfte dürüm ateşlememişti. Velhasıl, keyif pezevenkliği yaparak geçen 30 senenin sonunda artık yarım kalan işlerimi bitirmek istiyorum. Bakalım yapabilecek miyim bunu. Eğer yapabilirsem ödül olarak star warsu baştan sona izleme tatili yapacağım.

30 Ağustos 2018 Perşembe

Yazamadım

Aylardır içimden hiçbir hikaye yazmak gelmedi. Bir kelime bile yazasım gelmedi ve eminim ki bu kimsenin zerre zikinde olmadı. Aslında benim de olmadı. Belki de artık pembe gtlü uzaylılarla, Okka bebe gibi abuk sabuk karakterlerle zihnimi meşgul etmek yerine daha da normalleştim. Normalleştikçe sıkıcılaştım, sıkıcılaştıkça da yaşlandım. Yaşlandıkça gençleşmek istedim gençleşmek istediğim için de geri döndüm buraya. Adeta bir ekosistem yaratıp bu salak saçma döngüye tekrar dönmek istiyorum. İç dünyamın gerileme dönemini yaşıyorum. Sadece akademik çalışmalar, iş güç kovalar hale geldim. Bu arada toplumdan kendimi dışladım. Değerli vaktimi sadece beni seven ve sevdiğim insanlara ve en sevdiğim insan olduğum için kendime ayırmaya başladım. Yemek yapmayı öğrendim. Dünyanın en kötü korku filmi olan "Maktül'ün gtündeki kamaşma"yı çektim. Ayak sahneleri ile Tarantino'ya selam çaktım. Gereksiz sahneler ile dadaizm akımını zorladım. Her şeye tuz ruhu dökerek bütün lavaboları açtım. Temizlikte hamaratlaştım. Bulaşık makinasını 5 dakika civarında doldurmaya başladım. Bunun için kronometre tutuyorum. Mastodon dinleyerek bulgur pilavı yapmaya başladım. Yakın arkadaşlarımla bir ay çiçeğini ay ışığında denize saldık. Hepimiz önce bir kere öptük. Sonra dilek tuttuk ve denize bıraktık.
Şimdi bütün bunlardan sonra ben oturup nasıl yazı yazabilirim. Mizah zannettiğim hikayeleri nasıl yeniden oluşturabilirim? Mizah kalmadı içimde. Gerçek ve iki ayaklı mizahlar girdi hayatıma.

23 Ekim 2017 Pazartesi

Afiyet Olsun Ötzi

Buzadam Ötzi Öldürülmeden Önce Pastırma Yemiş
Alplerde donmuş olarak bulunan Buzadam Ötzi, 5300 yıl önce bir okla vurulmadan önce bir ya da iki dilim pastırma yemiş. (Ötziyi uzun yıllardır, nedensizce çok severim. Yahu Ötzi demek bile çok sevimli geliyor kulağa. ÖT  Zİİİİ!! DİYE SESLENSEM mesela. Ötz vadisinde bulunduğundan bu isim verilmiş ona. Sanki böyle kıt akıllı ilk insanlardan biriymiş gibi duruyor aslında hiç öyle biri olmadığını da biliyorum. Ötzi de ben de homo sapiens olduğumuz için ve aslında onun yaşadığı çağlardan beri zekamızda çok da aman aman bir ilerleme olmadığı için pastırma yemesi bana ilginç gelmedi aslında. Pastırma en eski yiyeceklerden biri, eskiden göçebe toplumlarda mesela, eti kurutup pastırma yapmak için atların orasına burasına sarıyorlarmış, atın teriyle pişsin ve kurusun diye. 
Ötziye kalsa, sıcacık kalpli polar pijamalarını çekip bir buçuk iskender yemeyi de bilirdi. Zaten iki yemeğin arasında temelde bir fark yok. Üzerine tatlı bir ağırlık çökerken gevşek gevşek yayılıp, üstüne bir de çay da içebilirdi. Ama bir elinde balta bir elinde keçi pastırması, yardırmış bir yerlere. Ev yok bark yok, kimbilir derdi ne. Ne düşünüyordu acaba. Bu araştırmalardan sonra vay arkadaş, aynıymışız lan diye düşünüp garip geliyor bize. Neyse, afiyet olsun dostum.)

Ötzi yaşarken muhtemelen böyle gözüküyordu.
Kısa süre önce Ötzi’nin midesini inceleyen bilim insanlarına göre, Ötzi son yemeğinde büyük olasılıkla kurutulmuş keçi eti yemişti. Ötzi, ölümünden sadece 1-2 saat önce yediği son yemeği dağ keçisinden oluşuyordu. Bağırsaklarında yapılan incelemeye göre bir önceki yemeğinde ise tahıl ve alageyik eti yemişti. (Aslında bize çok garip geliyor ya, 5000 küsür yıl önce bir adamın keçi eti falan yemesi. Gastritinin olması mesela. Normalde aramızda çok dev farklar yok bu insanlarla biyolojik olarak, sadece yaşam koşullarımız oldukça farklı. 5000 küsür yıl, koskoca evren tarihine baktığımızda 10 saniye bile değildir belki de. Bu adamı alıp 2017'ye koysan yaşayabilir bence. Ama bizi koysan biz dayanamayız. Bu nasıl bir evrim arkadaş? Ötziiii afiyet olsun dostum.
Mumya uzmanı Albert Zink geçtiğimiz gün Viyana’daki bir konferansta, “Etin nano yapısını analiz ettiğimizde, çok yağlı olduğunu ve kurutulmuş olduğunu tespit ettik. Büyük olasılıkla pastırma gibi görünüyor.” .(Mumya uzmanı diye meslek var lan. Etin nano yapısına falan bakıyolar düşünsene. Bence çok eğlenceli bir meslek.)



Donarak mumyalaşmış olarak bulunan Ötzi.
Ötzi’nin yediği bu lezzetli pastırmanın, öldürüldüğü ve Eylül 1991’de bulunduğu İtalya’daki Güney Tirol’de bulunan yabani bir keçiden yapıldığı düşünülüyor.
Ötzi, iki Alman tırmanışçı tarafından Alplerde, deniz seviyesinden 3210 metre yukarda donmuş olarak bulunmuştu. Bilim insanları, uzun bir zamandır Ötzi’nin gizemli geçmişi hakkında bilgi sahibi olabilmek için, yüksek teknoloji ürünü aletler kullanarak mumyaya zarar vermeden çalışıyor.

Bu çalışmalar sayesinde, Ötzi’nin 45 yaşlarında öldüğü, 1,60 metre boyunda olduğu ve 50 kilo ağırlığında olduğu tespit edildi. Bir okla omzundan vurulan Ötzi’nin, göğüs kafesi ile omzu arasındaki ana damarlarından biri koptu ve elinde büyük bir yırtık oluştu.Araştırma ekibi, Ötzi’nin midesinde ülsere neden olan bir bakteri bulunduğunu ve mide ağrısı çektiğini tespit etti. Fakat yıllardır süren bu araştırmalarda Ötzi ile ilgili yapılan inanılmaz keşifler bunlarla da sınırlı değil.

ÖTZZİİİİİİİİİİİİ !!!!! 
Ötzi bir düşmanı tarafından gafil avlanmış. Hiç beklemediği bir anda düşmanı olacak gt herif okla vurup kaçmış sonra. Ötzi de karlar içinde 5300 sene beklemiş. Vah Ötsi vah. 

17 Ekim 2017 Salı

Tırt Bir Aydınlanma Yaşadım

Az önce bir idrak anı yaşadım. Bravo amk diyeceğinize eminim ama gerçekten benim için çok önemli bir aydınlanma anıydı. Abi 95 senesinde ilkokul 1'e gidiyordum. 2006'da hala bildiğin zırıl zırıl ergendim. Sanki ilkokuldan lise sona uzanan bu 11 yıllık süreç 30 sene gibiydi. Şu an 2017 senesindeyim ve 2005 sanki geçen sene gibi geliyor bana. Şaka mı lan bu?

Ya bi sktir git, Einstein boşuna mı görelilikten bahsetti diyebilirsiniz. Farkındayım hiç de ilginç ve kitleleri peşinden sürükleyecek bir aydınlanma değil bu.

Şu an benim bu mantığa göre 42 yaşında falan olmam gerekiyor. Ama değilim. İşte ilginç olan da bu.
Ya arkadaşlar zaman çok saçma bir kavram, allah belasını versin bu zaman kavramının.


7 Ekim 2017 Cumartesi

Neden Olmasın?

Yanlışlıkla 2017 yılına geldiğini iddia etti tutuklandı
06.10.2017 11:15 YAŞAM
"ABD'de 2048 yılından geldiğini iddia eden Bryant Johnson adlı kişi tutuklandı. Sarhoş olduğu belirtilen kişi aslında 2018 yılına gelmek istediğini yanlışlıkla 2017'ye geldiğini söyledi.
ABD’nin Wyoming eyaletinde gelecekten geldiğini iddia eden Bryant Johnson tutuklandı. 2048 yılından geldiğini iddia eden Johnson uzaylıların dünyayı işgal ettiğini iddia ederek belediye başkanıyla görüşmek istedi.
Sözcü'de yer alan habere göre bölgeye giden polis ekipleri Johnson’u sakinleştirmek istedi. Johnson polislere uzaylıların kendisini sarhoş ettiğini ve gelecekten gönderdiğini söyledi.
Sarhoş adam işgalin 2018 yılında başladığını iddia etti. Johnson ayrıca 2018’e gelmek istediğini yanlışlıkla 2017’e geldiğini söyledi."



24 Eylül 2017 Pazar

Bebek Diksi

Aylarca temizlik yapmadım. Yapamadım, içimden gelmedi.  Eve gelen konuklar tuvaletime girip "bodom" diye sıçtıklarında bile iğrenmedim. Arada bir domestos döküp sifonu çektim, mikroplar domestosa rağmen yaşıyorlarsa onların ski sağolsun dedim. Children of bodom dinleyerek, yediğim çikolata kağıtlarını bile yere atarak yaşayıp gidiyordum. Koltukların arasından yeni yaşam formları oluşuyordu, bakıp bakıp seviniyordum. Her yerde kıvırcık gt kılları, çekirdek kabukları, toz yumakları uçuşuyordu. İçerideki süpürge dolabında kafam kadar bir hamam böceği vardı. Korktuğumdan öldüremiyordum sadece oradan çıkmaması için dolabın altına gazete kağıtları sıkıştırmıştım. Gt kıllarının orta yerinde bir kraliyet kurmuştu. Nasıl bir hakimiyetti bu ben anlamamıştım.

Çok titiz bir arkadaşım vardı, evini öyle çok temizliyordu ki elleri yara içinde kalıyordu ocak silmekten. Ona ne zaman gitsem sanki mahsus yapıyormuş gibi halısına lekesi hiç çıkmayacak şeyler döküyordum. Sanki temizliğe garezim vardı, her gittiğim yerin mna koyuyordum.

Benden daha pasaklısı da vardı, o da Yiğitti. Onun evinde de sanki yüzlerce ölüyü yakıp küllerini evin her tarafına serpiştirmişsin gibi bir pislik vardı. Bu pisliği ancak böyle betimleyebiliyorum. Ama o taşındığında da evi eşyalıydı ve zaten ölüm gibiydi. Evinin pis olmasına rağmen bizi ne zaman İzmir'e gitsek krallar gibi ağırladı. Mini barı bile vardı şerefsizim. Bize sabah kahvaltısı olarak halley bile hazırlamıştı. Pisti ama içinde yaşayan kingti. (Yiğiti övesim gelmiş).

Ama ben bu gidişe bir dur demeliydim artık. Evimi bir kere temizlersem gerisi gelir diye düşündüm. Banyoda bulunan viledaya su koydum ve diksiyi aldım. Evi silecektim bu ekipmanla. Mağrur ve gururluydum.

Diksi şişesinin kapağını açtığımda beklenmedik bir şey oldu; evi pespembe bir duman kapladı ve bir anda çiçekler saçılmaya başladı etrafa. "Hassiktir lan noluyor" demeye kalmadan, ev ışık hızıyla temizlenmeye, camlar silinmeye, çöpler yerden toplanmaya ve kıyafetler kendi kendine katlanmaya başladı. Hijyen kokuları dört bir yana saçılırken pembelikler arasında bembeyaz bir canlı durduğunu gördüm. Gökten inmiş bir melek gibiydi fakat aynı zamanda psikopat bir tarafının da olduğu aşikardı. Ona baktığımı farkedince piti piti yürüyerek yanıma gelip bacağıma sarıldı. "ihihihihhihi" diye gülüyordu bir yandan. Fakat bu durum karşısında korkudan altıma sıçtığım için gayri ihtiyari bir şekilde bu bebeksi varlığa bir tekme savurdum. Odanın öbür ucuna savrulan, bebek kadar günahsız varlık acı içinde snif sınif diye iç çekerek bir köşeciğe çekilip inci inci ağlamaya başladı.

Bu sırada pembe duman da dağılmıştı, ev göz alacak şekilde tertemiz olmuştu. Korkudan ve şaşkınlıktan bağırsaklarım aşırı derecede çalışıyordu. Ben zaten aşırı stres yaptığım zamanlarda zaten hep sıçasım gelirdi. Koşarak tertemiz, mispak tuvalete gittim. Klozete tek kullanımlık, sensörlü; üstteki tuşa basınca dönerek temiziyle değişen poşetten takılmıştı. Hijyenin sınırları, bir sefer daha zorlanmıştı. Bana göre hava hoş diye bastım bi sefer, yenisiyle değişsin diye. Fakat poşet habire dönmeye başladı, durmak bilmeden dönüyordu. Gtüm bir türlü yer göremiyordu, klozete oturmam imkansızdı. O sırada yumurta kapıya dayandı ve en azından deliği denk getirdiğimi umarak sıçmayı başardım. Kapıyı açtığımda kocaman bir çift göz bana bakıyordu. Kapıyı açar açmaz kaçarak bir yere saklandı. Az önceki klozet olayına çok sinirlenmiştim, ne hakla benim özelime girip kafasına göre değiştirebiliyordu bu velet? " Ulan ne diye sensör taktırıyorsun sıçamadım senin yüzünden, neredesin çık ortaya bacaksız!" diye haykırıp evin içinde bu küçük pezevengi aramaya başladım.
"Ya insafsız, her tarafım aciyor, evini temizledim bana reva mı bu yaptığın" diye kapkalın bir sesle bir köşeden bana seslendi.

Neyse, velhasıl sonunda cesaretini toplayıp geldi yanıma. Bir sigara yaktım ve "Adın ne senin ufaklık?" diye sordum. Yine kapkalın bir sesle "Bebek Diksi, temizlik perisiyim" dedi. "İyice temizledin mi bari?" diye sordum. Beyaz yüzünde kıpkırmızı lekeler oluşmaya başladı. " Benim adım Bebek Diksi, rica ederim bunu sorgulamak sana mı düştü, bu nasıl bir hakarettir böyle yaa" diye beni azarlamaya başladı. Külü yere silkerek "Bak canım, ben kendi gtümü bile zor topluyorum, iyisin hoşsun da bir boğaz daha bakamam ben bu evde" dedim.

Hemen yerdeki külün üzerinde pembe bir bulut oluştu ve yine döşeme ter temiz oluverdi. Hiç hoşuma gitmemişti benim çöplüğümde böyle horozlanması. Küçücük boyuna bakmadan " Benim adım Bebek Diksi, senin baban yaşında sayılırım, hiç edep adap öğretmediler mi sana, it oğlu it" diye bağırdı. "Sktir git lan" dedim "boyuna posuna bakmadan ettiği laflara bak şunun". İyice sinirlenmiştim fakat o da aşırı sinirlenmişti, minicik yumruklarını sıkarak bana sallamaya başladı. "Benim adım Bebek Diksi, şimdi seni bir güzel döveceğim" diyerek bana patpatat diye minik minik vurmaya başladı. Bir yandan da gözlerinden yaşlar akıyordu "Döveceğim seni, döveceğim işte" diye hıçkırıyordu. Tam o sırada bir gürültü duyuldu ve açık camlardan binlerce minik beyaz adam içeri doğru girmeye başladılar. Evin içini yüzlerce mini mini, küçük, beyaz ve sigsiz Bebek Diksiler bastı, beni bir çembere aldılar ve öfkeli bir şekilde bana bakmaya başladılar. Bebek Diksi, hala ağlayarak pıtpıtpıt diye bana vuruyordu, sonra yumrukları seyrekleşti ve oturup kaldı.

"Biz Bebek Diksileriz, bu evi karantina altına alıyoruz" diye çok sert ve kalın bir ses duydum. "He yaaa heeee heee" dedim. Aralarından biri öne çıktı ve "Biz Bebek Diksileriz, kir, toz ve saygısızlık bizim için affedilmez günahlardır" dedi. Bana göz dağı vermeye çalışıyorlardı başımın tatlı belaları. "Şu yumurcağınızı da alın sktir olun gidin lan evimden" diye bağırdım.

Bağırmaz olaydım. Bir anda bütün minik beyaz adamlar hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir yandan da bana öyle dertli dertli bakıyorlardı ki allah canımı alsa da kurtulsam diye düşünmeye başladım. İçinden çıkamıyordum bu durumun. Onları ağlar vaziyette bırakıp, ceketimi alıp çıktım evden. O gece bir bankta uyudum, ertesi gün eve döndüğümde onları hala ağlar vaziyette buldum. Bir ara vileda sopasıyla önüme gelen Bebek Diksiye vurup "Sktirin gidin lan evimden" diye haykırıp sinir krizleri bile geçirdim. Fakat gitmiyorlardı. Evimin kapısına pespembe bir tabela asmışlardı, "Bu ev Bebek Diksi tarafından karantinaya alınmıştır" yazıyordu tabelada. Evimi bırakıp, bir ormanda yaşamaya başladım. Çöpten bulduğum bir halıyı keserek kendime gocuk yaptım Rambo gibi. Bebek diksiler şu an hala evimin salonunda ağlıyorlardır muhtemelen. İğrenç küçük yaratıklar.