9 Kasım 2015 Pazartesi

Star Wars Force Collection: Bıçkın Pilot'un yükselişi...

Başlığa bak. Ahahah. Neyse. Bence bir insanın başına gelebilecek en kötü şey kendi kendine rezil olmasıdır. Başkalarına rezil olursun ama aslında çok da iplemez bu durumu insanlar. Halbuki kişinin kendine rezil olması bambaşka, "başkası adına utanmak" bile bundan iyi. Bunu elimden geldiğince anlatmaya çalışacağım birazdan.
Bir senedir filan bu Force Collection oyununu oynuyorum. Oyun kart oyunu, güçlü ve güçsüz star wars karakterlerinin kartları var. 1'den 5'e kadar yıldız verip güç oluşturmuşlar. Dark ve Light side seçiyorsun, ona göre devam ediliyor. Güçlü olanlar nadir çıkıyor, level atlıyosun bir lejyona katılıp online savaşlara katılıyosun falan filan. Bir sürü boku püsürü de var ama zaten kendim de anlamıyorum onları. Oyuna başlama sebebim, Çınar'ın bu oyunu deliler gibi oynayıp bir türlü güçlü kart çekememesi sebebiyle, girip güzel kart çıkarsa ona atmaktı. Zaten sıkılırsın bari her gün gir kart çek, güçlü bişeyler çıkarsa atarsın demişti. Girdiğim gün 20. levela geldim. Çınar için tehlike çanları çalıyordu çünkü bir anda kendimi kaptırmıştım. Oyunda isim seçme özgürlüğü tanıyorlar sana ve bu ismi bir kereye mahsus değiştirmene de göz yumuyorlar. Ben bunu bilmiyordum tabi en başta. Bickin Pilot diye rumuz oluşturdum kendime, bunun çok komik olduğuna inandım. Sonra "bickin ne lan ben onu Bıçkın" yapayım diye bi sefer değiştirdim. Zaten ne lejyona katılacaktım ne de aktif olarak oynayacaktım. Amaç Çınar'a destek olmaktı. Ama bir başladım, pir başladım resmen. İlk olarak girdiğimin 4. gününde babalar gibi 5 yıldızlı Palpatine kartı çektim. Bir anda ne oldu bilmiyorum. Palpo'yu çekmemle birlikte sürekli olarak kafamın içinde arka fonda imperial march çalmaya başladı. Bir anda karanlık tarafa geçtim, bir anda bi lejyona katıldım. Hiç tanımadığım 30 kişiyle her gün savaş planları yapmaya başladım. Tomrik80 lejyonumuzun lideri olarak beni onurlandırıp hemen pilot yaptı. Bama güme allah ne verdiyse dalmaya başladım önüme gelene. Gözümü hırs bürümüştü.


Toplu chatte muhabbeti körüklemeye çalışıyor, yüksek yıldızlı kartlar çekip bunu sürekli Çınar'ın gözüne sokuyordum. Çınar ise yarattığı canavara ürkek gözlerle bakıyordu. Onun da oyundaki adı Kısmet Didactic olduğu için Bıçkın ile taşak geçtiği anda "ne var senin de adın kısmet didactic, seninki de kötü. Ne var yani" diye çirkefleşiyordum. İşin aslı, bu oyunu böyle seveceğimi bilsem mal gibi neden adımı Bıçkın pilot yapayım. Üstelik tek değiştirme hakkımı da Bickin'ı Bıçkın yapmaya harcadıktan sonra, geriye sadece Bıçkın Pilot'un onurunu korumak ve yaşatmak kalıyordu. Kendime rezil olmak inanın 10 milyon kişinin oynadığı bu oyundaki diğer oyunculara rezil olmaktan daha kötü. Onlar anlamıyor çünkü Bıçkın ne demek. Light Side'dan bir Luke Skywalker kartı çektim hayvanlar gibi kuvvetli. Bunu yemedim içmedim lejyona yazdım. Grand Moff Skeletor "Wow Bickin, congrats! İt's the 5th or 6th powerful card" demiş. Adımın cümle içinde kullanılması, kazandığım zaferler ve sürekli jedilara saldırmak resmen götümü kaldırmaya başlamıştı. Metrobüste itilip kakılırken bile elimde telefon sürekli birilerine saldırıyor, Lord Sidious bana "well done Bıçkın" dedikçe koltuklarım kabarıyordu. Sonunda statü atlayıp Sith oldum. Sith olduğum anda metrobüsteydim ve tam ortada göt dayadığımız körük kısmındaydım. Star wars evreninde bir Sith idim ulaan. Bir an durdum etrafıma baktım, he ya hee sithttim gerçekten. Zincirlikuyu'da boş koltuk bile kapamamıştım. Böyle aşkın ızdırabını seveyim dedim ve bundan sonra daha alçakgönüllü olmaya karar verdim. Ama çektiğim hiçbir 5 yıldızlı kartı Çınar'a vermemeye devam ediyorum. Ne de olsa karanlık taraftayım abi. Bıçkın bir pilotum.




21 Eylül 2015 Pazartesi

Sims 3 ve hayatımı karartması üzerine bir demeç

Bağımlılık konusunda kötüyüm ben arkadaşlar. Bir şeyin hemen müptelası olabilirim o yüzden de  uzak dururum. Bazen beni resmen avlar bazı şeyler aptal gibi içinde bulurum kendimi. Bazı insanlara da aşırı özenirim, kahvelerinin yanında tek bir sigara yakarlar onu böyle keyifli keyifli içerler ya. Bense sigaraya altlık olsun diye kahve içerim resmen. Tütün kokan emmiler gibi gezerim bu yüzden. Bazen bir gün akşama kadar sigara içmeyip duru ciğerlerle sanki o kadar sigarayı ebem içmiş gibi takılırım. Bir gün bırakacağım ama nasıl bilmiyorum. Neyse bahsetmek istediğim bugün Sims 3 ve bana nasıl bir alternatif evren yarattığıdır. Beyin kimyamla nasıl oynadığı ve bana dopamin salgılatmak sureti ile kendine bağladığıdır. Dün bilgisayarımdan kaldırdım ve şu an yokluğunu çekiyorum. Bize ne abi diye düşünüyor olanlar lütfen gerisini okumasın çünkü yazmazsam ve şu gerginliği atmazsam geri yükleyebilirim. Kafayı yedim lan.
Sosyal çevrem dar benim. Yani cidden bir kaç kişi var ve hiçbir şekilde yenilenemiyor. Yani onlarca arkadaş olur da bikaç tane harbiden sevdiğin insan olur ya aslında öyle. Sims 3 oynamaya da insanlardan buram buram soğuduğum ve uzaklaşmak istediğim bi dönemde başladım. Resmen Einstein'ın görelilik kuramındaki gibi, ben bir trene bindim ve ışık hızıyla gitmeye başladım. İstasyonda kaldı diğer insanlar. Telefonu elime alıp saate baktığımda gecenin ikisi ise tekrar baktığımda 4'ü oluyordu. Bu arada bunca zaman bilgisayar oyunlarından itina ile uzak durdum çünkü Japon veletler gibi 24 saatimi oyunla geçireceğimden emindim. Sims masum geldi, sıkılırım dedim çünkü harbiden sıkıcı aslında diğer oyunlara göre. Bi kere Truman show filmindeki gibi bir ortam, ya ecelinle ölüyosun veya elektrik çarpıyor, yangın çıkıyor. Onda da ambrosia yemeğini yaparsan tekrar diriltebiliyorsun karakterini. Ölüm diye bir şey pek yok yani. Ecelimle ölmemek için cooking, gardening ve fishing özelliklerimi fulleyip, life fruit ve death fish yakalayıp sürekli ambrosia yaparak hiç ölmeden yaklaşık 1000 yaşına kadar yaşadım. Ancak kendim gerçek hayatta malin önde gideni gibi oldum. Ne kitap okuyorum, ne insanlarla görüşüyorum ne de başka birşey yapıyorum. Sürekli gözümün önünde Simsteki karakterlerim, onların refahı onların mutluluğu. Bir kaç sefer dışardayken eve erken kaçsam da oynasam diye düşünüp bastıramadığım bir mutsuzluk yaşadım.

Oyun oynarken endişeler, saçma sapan düşünceler hepsi yok oluyordu ama hiçbir şekilde çözülemediği için birikip duruyordu. Yapmam gereken çok iş birikti birden bire. Şu an aslında anlatmak istediğimin yanından bile geçemedim, aslında bir oyunu alıp sosyal hayatımı büyük ölçüde silip yerine koydum. Ve işin acı kısmı böyle daha mutlu hissettim kendimi. Fakat normal olmadığını kendime kabul ettirdikten sonra dün sildim oyunu. Resmen prangalarım çıkmış gibi oldum, üzerimden bir fil kalktı. Ama sildikten 3-4 saat sonra oyundaki karakterim Mellow'u düşünmeye başladım. En son bıraktığımda napıyodu diye. Vedalaşsam bir fotoğrafını alsam mıydı mal gibi hemen sildim dedim. Sonra da bu düşüncelerimden ürktüm ve anansıkim ya resmen kıyısından dönmüşüm sıyırmanın dedim. Fakat şimdi yine özlüyorum, özlediğimi söylemekten de çekinmiyorum çünkü Mellow 1000 yaşında. Zaman makinesinin içinde çiftleştiği için mağaradan kızı çıkıp gelmişti. Umarım mutlusunuzdur lan bensiz. Denyolar sizi.


30 Mayıs 2015 Cumartesi

Anamızı ağlatacak bu robotlar

Ben niye hep yıllardır robotlarla dost olmak istiyorum diye sordum kendi kendime. Bir idrak anı yaşadım geçen Merter'de. Şu an sözde en zeki tür biziz ya, robotlar inorganik oldukları halde sanki bizim boyunduruğumuzda yaşayacak gibi bir fantezimiz var. Abi, robot hem insanlaştırılırsa hem de inorganik olmaya devam ederse, hem de bizden zeki olursa bir yerde evrimin bir üst basamağı olursa napcaz lan biz? Boşuna mı çekildi o filmler her şey eğlence mi mna koyim ya.
Biz (insan) robotları hadi diyelim iyi niyetli olmaya programladık. Mad scientistin biri çıkıp neden tersini yapmasın ki.
Robottan dost most olmaz arkadaş. Ayrıca köleleştirmeyi, boyunduruk altına almayı da ne çok seviyoruz. Bizden her açıdan üstün bir varlığı nasıl kendi işlerimizde kullanacağız beybiler? Kafam mı basmıyor benim.
Bir yapay zekanın en insana yakın hali sorulan sorulara hatalı cevap vermiş, en son gelinen noktaya bakılırsa. Müzeyyen diyesim geliyor o programa googleda da yazdım çıkmadı neyse eksik bilgi vereceğime hiç vermeyeyim. Bu arada google'ın gelmiş geçmiş en tşaklı robotic şirketlerinin hissedarlarından olduğunu da unutmayalım.
Bence kontrolden çıkacak bu robot işi. Çıkmalı da zaten yoksa saçma olur. Düşünsene hastalık yok, açlık yok cinsellik yok. Ölüm yok lan asıl. İstersen robotsun, kıçında bomba patlatsınlar nolacak ki, hafızanı kurtarır yeniden yaparlar seni. İnsan olmanın getirisi olan zayıflıkları bi an sil. Bir de üzerine ekstra zeka ve bir sürü yetenek ekle. Zeka eklenince şiddet de olmaz zaten, zekadan önce zaten şiddet ne zaman gerekir, o varlık hayatta kalmaya çalışırsa. Veya ruh hastası olursa. Robotun tek düşmanı da bir alt basamak olan insan olur. İnsanı yeniden programlayamayacağı için topumuzu yok edebilirler. Şimdi hayvanlar bizden salak diye gurur duyuyoruz ya kendimizle (!) robotların maskarası olcaz olum yakında. Gerçi ben ölmüş olurum o zamana bana ne. Belki bizi başka gezegene filan sürgün ederler lan insafa gelip. O kadar zeka var bir habitat oluştururlar bize de. Belki ulan bu yazdıklarımı bile okurlar sonra. Benim ne özelliğim varsa sanki. İşte insan ırkının kendini bi bok sanmasından bir örnek daha.
Mini bir münazara yapıyorum şimdi, hadi bakalım....
İyice abartıp robot evrilse nereye kadar evrilir? Belki biz insanlar olarak gte geliriz ama, robotların hakkından bir tek fizik kuralları gelir. İstediği kadar evrilsin her düzen kaosa mahkum. Fizik yasalarına bakılırsa öyle yani. Hadi biz sktrolup öldük, soyumuz tükendi bi robot kaldı ve bir tek bu gezegen için, entropi yasasına bir çözüm buldular diyelim. Entropiye çözüm bulurlarsa sistem çöker bir kere. Birilerinin ölmesi lazım ki yeni organizmalar yaşayabilip o döngü devam etsin. Küresel ısınmayı çözdüler diyelim. Bak o iyi olurdu. Bu gidişle metan içinde kalacağız cehennem gibi sıcak olacak bu şahane gezegen. Dünyada yaşamak için teknoloji dışında tüm organik canlılara ihtiyaçları var. Ekosisteme ihtiyaçları var. Bizim ekosistemdeki yerimiz arılardan daha önemsiz lan. Robotlar için en tehlikeli ve en gereksiz türüz. Belki hibrit bir tür oluşur insanımsı robot gibi. Bir anda dökme demirden my name is robot oyuncağı gibi türemezler zaar. Neyse ya ben o zamana kadar yaşamam zaten.

14 Mayıs 2015 Perşembe

İnsan kolonisi neye denk?

Evde yalnızken sakinliği çok severim. Günde 5-6 bardak kahve içmeyi, bir şeyler okuyup ona dalıp gitmeyi gtümü devirip bu esnada yatmayı da severim boş vakitlerimde. Çıt çıksın istemem o esnada. Bazen insan olarak neye yarıyorum abi diye düşünürüm, varoluşsal kaygılarım tavan yapar. Karınca kolonilerinin birleşince bir orangutanla aynı zekaya sahip olduğunu, biz insanlar birleşince neye denk olduğumuzu düşünür bulamam. Birleşemiyoruz galiba tam olarak çünkü herkesin hayatına kimse karışamaz derim. Düşüncelerim saçmalaşmaya başlar bir zaman sonra. Düşüncelerimin gidişatına göre, mesela yaşadığım ülkenin geldiği noktaya kızıp ay ağzına sıçayım yaa diye sesli olarak bağırıp "napıyorum lan ben" diye yaşadığım ana geri dönerim.
Birlik bütünlük, şirinler köyünde gibi yaşamak, insanların hepsinin eşit olması, kimsenin fazla parasının olmaması çünkü paraya ihtiyaç duymaması, insanların müzik, sanat gibi şeylerle daha çok ilgilenmesi gibi şeyler düşündüğüm bir akşamdı. Ramazandı bir de. Oruç tutmadığımdan Ramazanda olmanın benim için bir önemi yoktu. Bir anda kulakları sağır eden bir müzik duydum. Pencereden dışarı ağır ağır kafamı uzattım.
Evin karşısında büyükçe bir park vardı ve oraya sahne kurmuşlardı. Kalabalık bu etkinliğe doğru akın ediyordu. Bir adam elinde mikrofonla kalabalığı coşturuyor, pamuk helvalar çekirdekler satılıyor teyzeler bir cennet bahçesinde gibi gülüyordu. Ulan dedim, sonuçta bu insanların da eğlenmeye biraz olsun stres atmaya hakları var. Pencereden izlemeye devam ettim bir süre. Sonra kalkıp evden çıktım.
Banklardan birine oturdum, seyyar çaycıdan çay aldım bir de sigara yakıp kalabalığı izlemeye başladım. Burada da bir bütünlük vardı, neşe ve saadet vardı. Bizim kültürümüzde flamenko gitar çalsın biri de biz onu izleyelim diye bir şey yok sonuçta. İnsanları mutlu gördükçe mutlu hissetmeye başladım.
Derken son ses Lady Gaga çalmaya başladı. Hafif bir rüzgar esmeye, çekirdekler daha hızlı yenmeye ve gürültü artmaya başladı. Çocuklar ortada koşuyor, ga gaa u lala diye bazı gençler şarkıya eşlik ediyordu.
Sonra elinde mikrofon olan adam insanları piste dans etmeye davet etti. Hayatımda görmediğim dans figürlerini doğu batı sentezini tam o sırada yaşadım. Danslar hararetlendikçe şaşkınlığım artıyordu ve kelimelerin kifayetsiz olduğu bir görsel şölen yaşıyordum.
Sonra asıl olay başladı. Mickey Mause, Şirine ve tanımadığım bir karakterin (turuncu bir kedi) kostümlerini giymiş insanlar bir anda sahneye atladılar ve halay çekmeye başladılar. Arkada çalan Rihanna'dan man down şarkısıydı. Halaya katılan amcalar ve teyzeler o kadar çok eğleniyorlardı ki tarif edemiyorum. Olayın üzerinden bir seneye yakın geçti, ancak hala doğru cümleleri bulup gördüğüm şeyi tam anlatamıyorum.
Bunlara şahit olduktan kısa bir süre sonra, elimdeki bardağa baktım. Çay buz gibi olmuştu, içmeyi unutmuştum. Ancak içim sıkışmaya darlanmaya başladı ve miki fareyle halay çeken amcaları arkamda bırakıp, sessizce evime döndüm. Karanlıkta bir müddet oturdum. Sonra çay demledim.
Bu sene kesin tekrar olacak bu tarz bir etkinlik. Fotoğraf çekemediğime pişman olmuştum yine dumur olmazsam çekeceğim bu sefer.


1 Mayıs 2015 Cuma

Can dostum Ferit

Normal bir hayatı yaşamaya mahkum olmak nedir bilir misiniz? Tabi ki bilirsiniz çünkü hepimiz aşırı derecede normal hayatlar yaşıyoruz. Kalkıyoruz sabah, sonra işe okula veya o gün bizi yetişkin kılan sorumluluklar neyse onu yapmak için evden çıkıyoruz. Yetişkin olmanın tamına koyayım diyen bir arkadaşa sahiptim, ismi de Ferit'ti. İnsan duyguları ile vardır, önemli olan duygudur. Duygu dipteki düşüncenin de, sergilediğimiz davranışların da anahtarıdır. Ferit'i hiç ama hiç sevmiyordum. Ancak arkadaşımdı, ha deyince siktir lan hayatımdan da diyemiyordum. Ne onsuz oluyordu ne de onunla. Malın tekiydi. Boş beleşin, her şeyin özentisinin önde gideniydi. Mesela hepimiz yorgun argın, kokuşa kokuşa evlerimize dönerken bu Ferit gider Cihangir'de la petit bilmemde her ne skimse bir cafede oturur elinde ya Cemal Süreya ya da Sabahattin Ali kitabı olur onu saatlerce okurmuş gibi yapardı. Kendimiz hakkında bir şey anlatmamıza asla izin vermezdi anlatsak da dinlemez "o değil de abi..." diye başlayıp zerre ilgimizi çekmeyen şeyler anlatmaya başlardı. Biz bir mekanda zift gibi çay içerken o gider latte var mı diye sorardı. Latte yok diyemeyen mekan sahibi bi şekilde o latteyi oldurur ve Ferite takdim ederdi. Bazen içimizden bazen de dışımızdan " latteni skeyim çay varken" derdik. Mekan sahiplerinin latte var mı sorusuna karşı dev bir hassasiyetlerinin olduğunu gözlemlemem de hep bu pezevenk Ferit yüzündendi. Bir ara Bukowski okumaya başladı. Sanki sürekli şarap içip, fahişelerle düşüp kalkıyormuş gibi davranmaya, bohem bir hayat benimsemeye çalıştı. Halbuki ebeveynleri ile yaşıyor ve yüne karşı fobisi olduğu için bazen çoraplarını annesi giydiriyordu. Yüne karşı fobi mi olurmuş lan. Hadi bunları da geçtim, fahişenin f si ile münasabeti olmadığı gibi, yarım bardak bira ile kafası taşak gibi olurdu. Ancak bizim yanımızda bu herif böyleyken, başkalarının yanında hayat felsefesi fahişeler ve şarap olan yrak gibi bir adammış gibi takılırdı. Ferite kıl olup, kıl olduğumu söyleyemeden seneler su gibi geçiyordu. Bu arada su ürünleri fakültesini bitirmek üzere iken, okulu dondurduğunu açıkladı bizlere. Bravo mna koyim dedik. Hayallerinin peşinden mi gidecek acaba, yoksa gerçek ve kendine ait bir ideali mi var bu herifin diye merak içinde, neden okulu dondurduğunu sorduk. Oyuncu olmaya karar verdiğini ve hakkımızda hayırlısı olmasını dilediğini söyledi. Bir hafta önce, Cihangirde az ünlü biri ile tanışmıştı. Bu az ünlü, tgrt'de Güllerin penceresi dizisindeki Gül karakterinin üniversite arkadaşını canlandırıyordu. Ferit onun aurasından ve elektriğinden çok etkilenmişti ve oyuncu olmaya böylece karar vermişti. Güllerin penceresi dizisinde kalabalığı oluşturduğu rolü ile oyunculuk kariyerine hızlı bir giriş yaptı. Bir cast ajansına üyeydi, boyunu normalden 20 cm uzun, gözlerini ise mavi yazmıştı. Koyduğu fotoğraf ise hiç öyle demiyordu. Kahverengi gözün, nesini beğenmiyordu acaba.
Gel zaman git zaman, Feriti kendi haline bırakmıştık, hayatımızda bu kadar mal bir adam nasıl var oldu diye sorup duruyorduk. Hepimiz normal adamlardık işte, senin benim gibi insanlardık. Ot gibi miydik, belki öyleydik belki değildik. Kimimiz halı saha maçında it gibi terleyip, sonra metrobüse biniyorduk. Kimimiz nihilist olduğumuzu sanarken, maddi telaşlar içine giriyorduk. Bazen de oturup walking deadin 10 bölümünü arka arkaya izliyorduk. Çünkü hayat bunu gerektiriyordu. Biz ne ingiliz lorduyuz ne Rasputiniz, ne de kitleleri peşinden sürükleyen bir lideriz sonuçta. Kötü bir dönemde doğmuşuz bu doğru, şu an alelade bir itü'lüyü alıp bikaç yüzyıl öncesine koysan ne taşaklı olmaz mıydı. Psikoloji bilimine gönül verip uzmanlığını yapan bir hatunu alıp 100 sene öncesine götürsen veya. Kadınlardan neden bilim insanı çıkmamış diye mal mal sorarlar bir de, zaman bir boyut her şeyi iki boyutlu algılayan beyinler sorar ancak bunu. Şimdi her şey daha zor, kendi kişiliğine sahip olmak bile. Hayır daha da derinleşmeyecek Ferit hakkındaki bu tatlı hikaye, bu mal Ferit, ne kitleleri peşinden sürükledi ne de dostlarını elinde tutabildi. En önemlisi hayvanın önde geleni oldu çıktı. En son numarası ise, evlenme kararı almak oldu. Lan siz de ne sk kafalı çıktınız, arkadaşınız evleniyormuş daha ne? diye sormakta serbestsiniz. Harbiden bize ne, neyse ne. Evleneceği tip sürekli bunun ağzına sıçıyordu. Bu gerizekalı ise, aşığım beni destekleyin deyip duruyordu bize. Desteklemedik. Yine olsa yine desteklemem. Ha, Ferit yrak kafalının teki olmasına rağmen ona verdiğimiz değeri gösteriyordu bu ama insan olmak da anlaşılan onun nazarında önemsizdi. Sonrasında, bize devrik cümlelerle dolu, aşırı kastırılmış uzun bir toplu mesaj attı ve artık bizimle arkadaş kalamayacağını söyledi. Mesajı okuyan herkes birbirini aradı ve ulan o mesaj ne ya kahhahaha diye hunharca güldük. Bizim iyi insanlar olmak gibi bir gayemiz hiç olmadı. Ama kötü de olsak, kanatsız melekler de olsak birer şahsa sahibiz. Bunda kriter ne diye soranlara, Ferit derim. Ferit başlı başına bir mallık kriteri. Hatta DSM'e manifesto olarak çıkabilir. Son sözüm budur, sevgiler.

27 Ocak 2015 Salı

Şişko Patates

Hep 90'ları ulvileştiririz hep severiz hep öperiz. Ben 90'larda Kurt Cobaini bilmiyordum mesela. Çünkü babam Sibel Can ve Ebru Yaşar dinlerdi. Sibel Can'ın 4 kasetlik bir albümü vardı eskiden. Bir yolculukta 12 saat boyunca sürekli o kaseti dinlemiştik ve "kapatın şunu" diye bir kaç sefer feryat ettikten sonra sonunda buhran yaşayıp ağlaya ağlaya uyumuştum. O zamanlardan itibaren itina ile nefret ettim Sibel Can'dan. Ebeveynlerimden zevkleri yüzünden nefret edemeyeceğime göre, "pis şişko patatesten" nefret etmek daha kolaydı. Bizim arabanın teybinde Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok filan çalmadı asla. Varsa yoksa o sümüklü sesiyle Sibel Can. Sibel Can denilince gözümün önüne vücudunun yüzeyi vıcık vıcık yağla kaplanmış şişman bir hayvanı kıskıvrak yakalama imgesi belirir hep. Aslında bundan bahsetmeyecektim nereden nereye geldim birden. Anlatasım varsa belki.
Madem başladım devam edeyim.  
Bu Sibel Can mevzusu, doksanlı yılların son çeyreğine tekabül ediyor. Hep beraber Kayseri'ye gidiyorduk. Yol 12 saat sürüyordu ve cidden ebeme atlanmıştı. Küçük, minik bir insan evladıydım ve işkencelerin en çilelisini yaşıyordum. Babam son derece rahat ve işi çoğunlukla geyiğe vuran bir insan olduğu için, benim müziğe olan tepkime kahkahalarla gülüp "hadi hep beraber" diye sesini bile köklemişti şarkının. 
Kayseride ise Kral Tv rüzgarları esiyordu. Pek çok teyzem iki tane kuzenim bir de anneannem ve dedem Kayseri'de ikamet etmekteydiler. Hala da ediyorlar. Biz taa İstanbullardan geliyoruz diye her zaman yaprak sarması, mantı ve şapşahane hamur işleri yapılırdı ve çileli yolculuklara ilaç gibi gelirdi. Orada bir hafta kalırdık ve 7 gün 24 saat aralıksız kral tv açık olurdu.Şimdilerde dost sofralarında "Lan sen bu kadar abuk sabuk şarkıları nereden biliyosun" diye sorulur bana. Bilmeseydim lan keşke. İnsanların şimdi yeni bişeymiş gibi şaşkınlıkla dinlediği o eski şarkılara ben senelerce maruz kaldım bre dürzüler. Şu an hiçbir yerde bulamadığım bir sürü şarkı ve klibi hala ilk günkü gibi aklımdadır. Koca ailede bir tek kuzenim Ulaş abim rock müziğe gönül vermişti. Onu da uzun süre satanist zannedip afaroz etmişlerdi. Gerçi o da herkesten gizli tekno müzik açıp odasında dans ediyormuş ama hiç önemi yok. İnsanın doğasında müziği sevmek vardır, önemli olan müziğin aslında ne olduğunu bi şekilde bana gösterebilmiş olmasıydı. 
Kayseri'de bir ritüel daha vardı. Her aile arabasına doluşur eşi benzeri olmayan, doyumsuz bir Kayseri turuna çıkardık. Fakat müziğin hayatımızdan bir kaç saatliğine olsun çıktığını zannedenler büyük bir yanılgıya düşerler çünkü bu sefer karışık kasetler devreye girerdi. 90lar popunu a'dan z'ye küçücük kasete sığdırmayı başarmıştık. Özcan denizler, nihat doğanlar, nilüfer, izel, çelik. Ne istersen vardı. Arada birkaç tane Barbaros Hayrettin şarkısı bile vardı. Erol Köse'den doktor erol bey, "bu yüzden her gece ben her gece üzüllmüşüm, bu yüzden zayıflayıp un gibi süzülmüşüm" diye yine Erol Kösenin bir şarkısı ve daha niceleri. Ben grup vitaminin bi kasetini aldırmıştım anneme. Hani bi umut diye sürekli taşıyordum yanımda. Ama yok olmadı. 
Kayseri'den İstanbul'a dönerken yine Sibel Can konuldu teybe. Bu sefer avaz avaz bağırıp işin ciddiyetini anlasınlar diye arabanın penceresini sonuna kadar açıp camdan "KAPATIN ARTIK ŞU ŞİŞKO PATATESİ" diye haykırmıştım. Annem sakince teybi durdurdu, kaseti çıkarttı ve camdan aşağı fırlattı. Sonra torpidoda bulunan diğer sibel can kasetlerini de camdan aşağı "Yeter hakikaten yaa" diyerek fırlattı. Yarım saat boyunca katıla katıla güldükten sonra bu sefer grup vitamin kasetini uzattım arkadan. "Liseyi altı senede bitirmiş, cin gibi çocuk bizim ismail, neden bu kadar acele etmiş aklını seveyim lan ismail lan ismail... İSMAAAİLLL" diye sevinçten uçarak şarkı söylüyordum bu sefer. Babamsa hiç sesini çıkartmadan, arada "niye attınız kasetleri" deyip araba kullanmaya devam etti. 
Bu olay seneler senesi, farklı versiyonlarla devam etti ama kendime bir walkman aldırmış olduğumdan o kadar koymadı. Pili bittikçe benzinciden pil alıyorlardı sadece. İki ön koltuğun ortasında, kulağımda walkmanim ile takılıyordum. Güzeldi ya. Şişko patates. eheheheh