22 Kasım 2019 Cuma

Cici Robotun İntikamı

Bundan yıllar önce evimde barındırdığım masmavi, deli mavi gözleriyle gönlümü eriten tatlı robotumun kendini imha edişinin üzerinden yıllar geçmişti. Yıllar geçerken benden de bir şeyler götürmüştü diyeceğim ama hayır abi, ben aynı bendim. Ama robotumun bana ihanet edip, benim de onun ağzını burnunu kırdırmamdan sonra acil durum butonunu devreye sokup kendini imha etmesi cidden üzmüştü.

 Onun varoluş amacı ben bir grup geri zekalıdan izole bir halde yaşarken, gelip biraz disiplin sağlamaktı. Ama olaylar kontrolden çıkmıştı.  Artık yoktu o, özgürdüm, geri zekalı sürüsünde yerimi alabilirdim.Yolda yürürken elime tutuşturulan ilanları hiç ses etmeden alıyor "İngilizce eğitim ister misiniz?" diye soran herkese "Evet isterim" diyordum. Hayır asla bir cevap değildi artık benim için.

Bir gün işten çıkmıştım, yorgun plaza kaşarlarıyla beraber Mecidiyeköy'den etlerim sıkışa sıkışa metrobüse binmiştim. Artık insanlar benim ben de bu insanların bir parçasıydım. Sürekli temas eden o sıcak ve hafif nemli götler, dayılarla teyzelerle ve 7'den 70'e herkesle ass to ass olmam, garip garip bakışmalar ve daha niceleri artık benim hayatımın birer parçasıydı. Birinin götü ile temas etmediğim günü yaşadım sayamıyordum artık. Bir kulağımda kulaklık, etrafım insanların bedenleri ile çevrelenmişken, birinin bana baktığını fark ettim. Metrobüste herkes herkese boş boş anlık bakar ama bu ayrıydı. Bir çift deli mavi taa körük kısmından bana ulaşmış ve bir anda tarifsiz bir heyecan yaşatmıştı bana. Yoksa? Hayır bu mümkün değildi... 10 sene geçmişti üzerinden. Acısıyla tatlısıyla, göz yaşlarıyla, neşeli kahkahalarla geçen tam 10 sene. Fakat o mavi gözler inkar edemeyeceğim bir kavuşmanın sinyalleri miydi?

10 senedir kendimi pek iyi hissetmiyordum. Çünkü ben bir katildim. Hayatının baharındaki bir robotu, sadece ufak bir yanlış anlaşılma yüzünden bu hayattan çekip almıştım. Onun da yok muydu yaşamaya hakkı? Onun da metrobüse binmeye, göte doymaya, insan sürüsü ile bir yerlere sürüklenmeye, sevmeye, sevilmeye hakkı yok muydu? O da bir can taşımıyor muydu? Ama bunu düşünemeyecek kadar toydum. Gelip ebemi sikse hakkı vardı. Terminatör gibi karşıma çıksa ne diyebilirdim ki? Gel sıç ağzıma demekten başka?

Metrobüsten hemen indim bir sonraki durakta. Kalbim küt küt küt diye çarparak kapıya baktım. Kimse inmemişti arkamdan. Hay sikeyim tam da indiğim durak Cevizlibağ idi. Can pazarının ortasında bir yerlere sürüklenirken arkamdan iki metalik ve soğuk el gözlerimi kapattı " Bil bakalım kimiiiim" diye sorması ile heyecan, mutluluk ve pişmanlıkla dolup taştım. "Sensin değil mi ne olur doğruyu söyle!" diye bağırdım. Evet gerçekten de ta kendisiydi, biraz daha insanlaştırılmıştı ama gözlerindeki o mavi bakış baki kalmıştı. Hayvanlar gibi sarıldık insan kalabalığinin ortasında. Böyle bir kavuşmaya şahit olan Cevizlibağ yolcuları kıyamet gibi alkışlamaya başladılar bizi. Alkışın biri bin paraydı, birileri üst geçitten taze gül yaprakları ve balonlar saçmaya başladı tepemize. Sonra da havai fişek gösterisi başladı. Herkes bir anda dans etmeye ve birbirine sarılmaya, kahkahalarla gülüp sigara yakıp içmeye başladı. Bir festival başlamıştı Cevizlibağ durağında, metrobüs seferleri kilit olmuş insanlar sokaklara dökülüp dans etmeye başlamışlardı.

Robotum ve ben ise şaşkınlık ve mutluluk ile dans ederken bir anda kafama dank etti. Ulan biri beni hapladı mı, alnımdan zehirli okla mı vurdu ne oluyordu böyle? Ayrıca bu robotu ben bi sefer öldürmekten beter etmiştim nedendi bu kadar samimiyet? Bunları düşünerek biraz geri bastım.
"Ya bu arada" dedim "Aramızda bir husumet yok değil mi seninle? Son yaşananları düşünürsek.."
Bir anda dans etmeyi bırakan robot "Ne husumeti lan, robotlarda husumet mi olurmuş. 10 sene önce de böyle maldın hala malsın sen de haa" dedi.

Heyecanlı kalabalık biraz yatışınca geri metrobüse bindik beraber. Biner binmez de şansımıza yer boşaldı "Abi sen otur ya" dedim.  Öküz oğlu öküz "yok canım sen otur" filan demeden direkt koydu götünü koltuğa. "Çantanı ver ben taşıyayım ağır senin çanta" dedi. Verdim çantayı, kucağında taşıdı.
İncirli durağına kadar da otura otura gitti.

Sonra gittik tekelden ikişer bira aldık, parka oturduk. Bir kaç barzo ve bankta uyuyan bir dayı dışında sakindi park. Biraların yanına birer sigara yakıp geçmişi yadetmeye başladık. O da ona eklenen son özellikleri anlatmaya koyuldu. Biraz değer yargıları ile de oynamışlardı bu robotun, biraz paragöz biri olup çıkmıştı. Ev kredisine filan girip gittiği Avrupa ülkelerini anlatmaya koyuldu. "Lan pezevenk, ben seni 10 senedir öldü zannediyordum, gününü gün ediyormuşsun" dedim. Vicdansız, tamir edildikten sonra kaçıp izini kaybettirmişti. Bense onu öldü bilip bir katil olarak hayatıma devam etmiştim. Türk filmi tadında bir hikayemiz olmuştu ipnetorun sayesinde. Bunu öğrendikten sonra içim hiç rahatlamamıştı. Gidip tekelden 5er bira daha aldık ve sabaha kadar içip köpek gibi sarhoş olduk.

Sabah olmaya başlamıştı, kafam güzelleşmiş ve bir rahatlama gelmişti bana. Bir saat sonra tekrar metrobüse binip işe gidecektim. Beraber sendeleye sendeleye üst geçide çıktık. İnsanlar da ufak ufak evlerinden çıkıp yola koyulmaya başlamışlardı. Yarrak gibi olmuştum ağzımda iğrenç bir tat ile el yordamı ile çantamdan delete sakız aramaya başladım. "Senin mna koyayım ya robot diye, yıllarca vicdan azabı çektim senin yüzünden pezevenk" diye ayakta güçlükle duran robota doğru aniden döndüm. Dönerken de hızla ona çarptım. Bu çarpma ile dengesini tamamen kaybeden robot ise merdivenlerden paldır küldür yuvarlanarak aşağı düştü. Düşmenin etkisiyle kafası ve bir kaç mekanik parçası da yerinden fırladı. Hasiktir hasiktir diye bağıra bağıra kolunu bacağını toparlayarak gövdesine ulaşmaya çalıştım. Tam o sırada yine büyük bir gürültü ile yine kendini imha moduna geçen robot, bir kez daha hayata veda ediverdi... Gerçekten inanamıyordum artık bu kadar talihsizliğe. Genç ve körpecik bir robotun onca hayaline, yapmak istediği Londra gezilerine ve daha nicelerine çomak sokmuştum yine.
Ellerimde metal kollar bacaklar, gözlerimde yaş alelacele metrobüse bindim. Mecidiyeköy'e vardığımda isyan etmenin bir işe yaramayacağına kendimi ikna ettim. Her tarafımda nemli, sıcak götler sarmışken kafam çok daha iyi çalışıyordu. Çok rahat düşünüyordum, artık duygusal davranmayacaktım.
Öğlen kinoalı salatamı yerken gerçekten bu robotun bir sonraki geri dönüşünün muhteşem olacağını düşünerek "hay skeyim yaa" diye feryat etmekten başka bir şey gelmedi elimden. Bir sonraki seferde gerçekten de ağzımı burnumu kıracaktı. Belki de parçaları bir yere gömüp, onu da kalbime gömmeliydim. En iyi çözüm buydu. Suç ortaklarım Elif ve Çınarla bu işi halledebilirdik. Yeni bir macera için artık kalbim de bedenim de çok yaşlıydı. Ama yine de bu sefer gönlüm elvermedi, topladığım tüm parçaları bir araya getirip bir şekilde yeniden yaşatmalıydım onu. İsterseniz göt korkusu deyin isterseniz erdemli davranmışsın deyin, ona bir vefa borcum olduğu gerçeğini yadsıyamayız hiçbirimiz. O yüzden kopan parçaları kutuya koyup benden bilmesin diye üretildiği robotic şirketine kargoyla postaladım. Yüzümde doğru bir iş yapmış olmanın haklı gururu ile işe dönüp bir kaç dedikoduya katıldım. Artık diyetimi ödemiştim. Borcum yoktu. Bana duacı olmalıydı.


20 Mart 2019 Çarşamba

Ruhum Yaşlandı

Genç biri olabilir mi 80 yaşındaki bir kadın? Bence hepimizden genç olabilir. Ruh yaşlanması diye bir şey var. Ruhu yaşlanıyor insanın, yoruluyor. 80 sene yaşamış kadar oluyorum bazen birkaç hafta içinde. Buzullar içinde ölüp giden Ötzi gibi yaşlanmak istiyorum. Düşmanım bana okla saldırsın. Dostmuş gibi davranmasın. Dostsa dostluğunu bilsin düşmansa düşmanlığını bilsin. Şu vakte kadar öyle çok tekrarlanmış ki bu lakırdılar, birer klişe haline gelmiş. Dost dost diye nicesine sarıldım. Ötzi ölmeden önce bunu düşünmemiştir çünkü dostunu düşmanını biliyordu. Düşmanı varmış adamın. İnsanoğlu işte. Umarım bir gün insan ırkı gerçekten yok olur. 

Düşünsenize, herkes tarafından sevilen benimsenen ve herkesin güvenini kazanan bir insan var karşınızda. Ama götün önde gideni çıkıyor. Bir süre bunu hiç kabul etmiyorsunuz ama zaman geçince ak götü ve kara götü ayırt edebilir hale geliyorsunuz. Bu "dost" sonra sizi okluyor. 5 dakika önce beraber keçi pastırması yiyordunuz. Ötzi için böyle olmadı. Onun belliydi düşmanı. Keçi pastırmasını kendine kadar kesmiş onu yiyordu. Derken bildiği düşmanı onu öldürdü. Sonra buzlar arasında unutuldu gitti. 

Hiç kimse gerçek anlamda düşmanım olamaz ama galiba insanlar beni şaşırtmaya devam edecekler. Hatta 80 yaşındaki kadınları bile şaşırtabilecekler. Hayat tecrübesi bile yeterli olmuyor bazı insanlar karşısında. Maskenizi takıp insanları kandırmaya devam edin, gelecekte 350 yaşındaki kadınları da şaşırtabilirsiniz. Üzüp kızdırabilirsiniz. Böylece başınız göğe erip götünüz arşa değebilir. Varoluşsal kaygılarım vaaaarrr bunları çözmeliyiiimmmm diye bıybıy konuşup ağlayıp anlayış bekleyebilirsiniz bi de. Haaa evet abi, bol bol kokain, bolca boş beleş insan, şeytanla anlaşma yapılmış gibi bir hayat çok daha anlamlı ve varoluş krizini çözen türden. Ruhumu yaşlandırdınız. 


8 Şubat 2019 Cuma

TILSIM

Tılsım deyince aklına ne geliyor diye sordum. "Tılsım mı?" dedi. "Kafası kelerik ama bir yandan da bukleleri var. Tılsım ancak bu olur." Esnedi. Saat de 2ye geliyor anasını avradını sattığımın Pazarında ya dedi ve Pazartesi oldu.

Pazartesi günü hakkında ileri geri konuşuyorlar hep. Ama bence dünyanın en güzel günü Pazartesidir. Çünkü Pazartesi günü kimsenin bilmediği tılsımlar gök yüzüne salınırlar. Daha çok kafası kelerik ama bir yandan da bukleleri olan kişilerin yanağına konup, tatlı bir buse kondururlar. Bu buseler birikir ve yaklaşık 45 sene içerisinde o kişinin başına talihli bir olay gelir. Eğer inanmazlarsa ve Pazartesiyi sevmeme konusunda ısrarcı davranırlarsa, 30 sene içerisinde öyle boktan bir olay gelir ki başlarına, tılsımlar gök yüzünden küskü gibi yağmaya başlar. Yerden sekip sekip dururlar. O denli kötü şeyler olur.

Bu gök yüzüne sadece Pazartesi günü salınan yıldızlar ekosistemde kendilerine birer yuva ararlar. Yıldızlar dedim, ama tılsımlar demek istiyordum aslında. Çok fazla tılsım derseniz eğer, bir süre sonra o kelimeyi söylememeniz, onun yerine yıldız demeniz gerekir. Tılsım tılsım tılsım diye pezevenk gibi ortalıkta dolaşırsanız, 20 seneye kalmaz kafanız kelermeye ve bukleleriniz çıkmaya başlar.

Bunlar herkesçe bilinen belli başlı kurallardır. Ekosistemde salınan tılsımların kendine yuva aradığını dünyadaki herkes bilir ama bilmezden gelirler. Sizin anlayacağınız, yanağınızda Pazartesi günü bir mayhoşluk, bir ürperti, bir ıslaklık hissettiyseniz eğer bu tamamen öpücük saçan, kendine yuva bulmak için buseler konduran tılsımların işidir. İyi de ben kel veya bukleli değilim ki mna koyayım diyor olabilirsiniz. Ama öyle olmadığınız ne malum? Gerçeğin ne olduğundan hangimiz emin olabiliriz ki? Belki sen o gün işe yorgun argın gitmiş saçını özenle yapmış bir plaza insanısındır. Yarı ingilizce yarı türkçe konuştuğun o günün ortasında "Pazartesi sendromu" diye ağzını büzüp duck face haline gelip bi sürü hikaye paylaştın. Levent bey de geymiş diye dedikodu yaptın durdun. Ortalıkta bağıra çağıra güleç güleç dolaştın. Öğlen balık yiyesin tuttu, ondan da memnun olmadın. Tırt olmanın suçlusu Pazartesi oluverdi bir anda. Ama sen tılsımlı bir keleriksin, yani umarım öylesindir. Öyleysen çünkü 45 sene su gibi geçer.

En sevdiğim gün Pazartesi.

4 Ocak 2019 Cuma

Hayır sen tembel değilsin, nah değilim

Başlangıçta ben de herkes gibiydim. Temelde yapmam gereken işleri yerine getiriyor gün içinde bazı kimliklere bürünüyordum. Bu kimliklere bürünürken bunu doğal bir şekilde yapmama rağmen tamamlayamadığım bir iş olduğundan her zaman endişeli bir hale bürünmüştüm. Bu endişeden kaçtıkça bir müddet rahatlıyordum. Lezzetle aramda 300 metre mesafe vardı; çiğ köfteci. Yeterince zeki olmak istiyor olamıyordum. Böyle böyle aradan 30 sene geçmişti. 30 sene dile kolay. 30 seneye bazı insanlar neler sığdırırken ben hiçbir şey sığdıramamıştım. Yapmam gereken çok önemli bir iş vardı ama yapamıyordum bir türlü. Yine o işe başlamak için her şeyi hazırlamışken kalkıp çiğ köfte yemeğe gidiyor, dönünce de linkedin, tivitır, feysbuk, ve diğer tüm sosyal medya hesaplarıma tek tek baktıktan sonra aradan 3 saat daha geçtiğini fark ediyordum.
Hatta son zamanlarda da konuşacak kimse kalmadı çünkü herkes uyuyordu, Amin Maalouf'un en son okuduğum kitabından gözümün önüne gelen sahnelere dalıp giderek bir süre daha geçirdim. Sonrasında içerideki odaya gidip resim yaptım. Resim yrrak gibi oldu, bunun üzerine bir başka odada tek ayağını göbeğine çekip uyuyan muhabbet kuşu Lokum'un yanına gittim. Hayvancağız uyku sersemi bir şekilde bir süre hareketsiz bana baktı. O bile günü tamamlamıştı ben tamamlayamamıştım. Çünkü yapmam gereken o işi 3 senedir erteliyorum. Herkese soruyorum oturup şu makaleyi yazmaya nasıl başlayacağım diye, herkesten de aklı selim öneriler duyuyorum. Dışarıda çalış, bir başla gerisi gelecek gibi yorumlar geldikçe ürküp bir ayağımı göbeğime çekip uyuyorum. Geçenlerde bir arkadaşım bana " sen sürekli kendini baltalıyorsun, acaba bunun altında yatan nedir?" diye sordu. Bir tek bu soru beni bir müddet silkeledi. Harbiden 30 tane işi yarım yarım yapmak yerine 1 tanesine neden odaklanamıyorum ben? Arnold'ın motivasyon konuşmasını izledim bunun üzerine. B planı yapanlar malın önde gidenidir diyordu. Her gün bir saat bir konuda çalışırsanız sene sonunda

365 saat çalışmış olacaksınız diyordu. Adam hem Kaliforniya valisi olmuştu, hem vücut geliştirme şampiyonuydu, hem gelmiş geçmiş en iyi aktördü hem oydu hem buydu. Gelmiş geçmiş en iyi aktör olmasa da bence diğer başarıları ile beraber bunu da yutturabilirdiniz insanlara. Bütün bunları elde etmek için eşşeoğlu eşşekler gibi çalışmıştı, gidip çiğ köfte dürüm ateşlememişti. Velhasıl, keyif pezevenkliği yaparak geçen 30 senenin sonunda artık yarım kalan işlerimi bitirmek istiyorum. Bakalım yapabilecek miyim bunu. Eğer yapabilirsem ödül olarak star warsu baştan sona izleme tatili yapacağım.