15 Haziran 2014 Pazar

Şarköylü bilim adamları : Başlangıç

Yıllardır aklımızı kurcalayan bir şey vardı. Bir tılsım, bir gizem asla gerçeğini öğrenemediğimiz bir efsane. Biz kim miydik? Bunun ne önemi vardı. Yine de merak edenler için söyleyeyim Yiğit, Anıl, Çınar, Elif ve ben. Yazları Yiğit Ören'e biz Şarköy'e giderdik ve merak ettiğimiz Şarköylü bilim adamlarının kim olduğuydu. Bir çok kez bunu duymuş, hatta bir kaç haberde de görmüştük fakat merak ediyorduk kimdi bunlar. Kimsiniz ulan siz?
Bu gizi çözmek için bir aradaydık. Şarköylü bilim adamlarının labaratuvarını sonunda bulmuştuk. Zeytin ağaçlarının ötesinde dağ başında, puslar içinde gizleniyordu bu tekinsiz yer. Hepimiz kişisel ihtiyaçlarımızı gidermiştik; Anıl uyumuş ve sıçmıştı, Yiğit aylık öğrenci akbilini ceviz ağacından yapılma bir kutuya kilitleyip bir yere gömmüştü, Çınar yanına yedek donunu almıştı, Elifin 12sinden 30una kadar boşuydu ( hostes olduğu için bizler gibi günleri baz alarak yaşamıyordu) bense sigaramı içmiş ve pislemiştim artık bu maceraya hazırdık. Herkes sırt çantalarını aldı, derin bir nefes çekip adeta yüzüklerin efendisinde aragorn, legolas ve gimlinin Ölüler ordusu ile anlaşmaya gittikleri sahnedeki gibi içeri daldı.

Bu kasvetli yere girdiğimiz zaman içerde bir çok hayvanın başı boş şekilde dolaştığını gördük. Kedi köpek eşek ne ararsanız vardı. Maymunlar adeta maymunlar cehennemi filmindeki gibi ortalığı ele geçirmişti. Elif ve Anıl birer sigara çıkarttılar tam yakmaya hazırlanırken maymunların reisi olduğu her halinden belli olan bir orangutan sırayla ikisinin de sigaralarını yaktı. Onlar yakınca ben de bir tane yaktım ve etrafı gözlemeye koyuldum. Elif orangutana dönerek "hemşerim, memleket nire?" diye sordu. Bunun üzerine tatlı yüzlü orangutan "ısparta" dedi ince bir sesle. HASSSİKTİR lan konuşuyor bu diye Çınarla aynı anda haykırdık.
Girdiğimiz yer büyükçe bir salondu, etrafında kafesler sedyeler vardı ve sanki uzun zamandır kullanılmıyor gibiydi. Bu maymunlar binayı resmen devremülk gibi kullanıyorlardı. Salonda yine filmlerdeki gibi bir çok kapı bulunuyordu ve hepsi kilitliydi. Bu yaşadığımız bir film sahnesi değildi hayır, ama tamamen gerçekti. Sigaralarımızı içtiğimize ve henüz hiçbir bilim adamıyla karşılaşmadığımıza göre, şarköylü bilim adamları ya hiç varolmamışlardı ya da bu işleri çoktan bırakmışlardı. Mutsuz bir şekilde yeni dostumuz orangutan ile ( Timurlenk) vedalaşıp dışarı çıktık.

Akşam Şarköy'ün gey sanatçılarından yükselen sesler arasında sahilde yürüyorduk. Birer şarap alıp sahile oturduk. Enis Tan'ın, Eray'ın, Aydeniz'in ve Erhan San'ın sesi dört bir yandan gelerek birbirine karışıyordu. Şarköy bu sanatçıları yıllarca bağrına basmıştı biz kendimizi bildik bileli onlar da Şarköy'ün birer parçasıydı. O gece oturup plan yaptık, yarın tekrar gidip ortalığı kolaçan edecektik, yanımıza maymuncuk tornavida falan da alacaktık.
Böylece her gün mütemadiyen zeytin ağaçlarının oradaki binaya gitmeye başladık. Hatta lavabonun yanında üzerinde isimlerimiz yazan diş fırçalarımız bile vardı. Şarköy'ün zeytinlikleri fuhuş yuvası olması ile ünlüdür, fakat dışardaki tüm olaylara kulaklarımızı tıkamıştık.
Yiğit bir çer çöp yığınının arasından eski model küçük bir televizyon bulmuş ve uzun süren denemelerin ardından çalıştırıp Flash Tvyi açabilmişti. Böylece sarı bıyığın programlarını dolu dizgin izleyip, Timurlenk ve diğer dostlarımız ile Nuh'un gemisinde gibi mutlu mesut takılıyorduk. Anıl'ın en yakın arkadaşı da bir eşek olmuştu, bize vermediği çikolatalarının hepsini gizlice ona yediriyordu. Uykusu gelince de adeta bir kelebek gibi eşeğine sarılıp uyuyordu. Her şey iyi güzeldi ama aklımızı kaçırmak üzereydik, 24 saat flash tv izleyip Yiğit'in dondurulmuş gıdaları ile besleniyor zaman zaman hep beraber çılgın gibi halay çekiyorduk. Kapıları da denemiştik bu arada fakat açılmamıştı. Bir sabah gözlerimizi bir kavga sesi ile açtık. Maymunlar arasında amansız bir kavga çıkmıştı. Kavga konusunu ise biraz dikkatle onları gözlemleyince anladık. Birisi Çınar'ın çantasından sevgili yadigar külotlarını çalmıştı ve bu külotları kendi aralarında bir türlü paylaşamıyorlardı. Bunu farkeden Çınarın gözü dönmüştü, hınç içinde maymunların arasına atlayarak hepsini pataklamaya başladı. Verin ulan donlarımı verin lan diye bağırıyordu bir yandan da. Çınarın kükreyişleri karşısında sinen maymunlar ise donları teslim etmişlerdi derken Timurlenk, Çınar'a yaklaşıp önünde eğildi. Bunun üzerine diğer maymunlar da reislerini taklit ederek Çınar'ın boyunduruğu altına girdiler.

Bu hanemize bir puan yazmıştı, kapıların arkasında ne olduğunu bilmiyorduk ve takviye güce zaten ihtiyacımız vardı. Anıl'ın eşeği de bizim tarafımızdaydı aslında sayıca bir hayli güçlü idik. Tam zaferimizi kutlamaya hazırlanırken Yiğit'in çığlığı ile zafer sarhoşluğundan uyandık. Yiğit üzerindeki göyneğini atarak bize doğru koşmaya başladı " Ağğbii sedyelerden birinden Frankeştaayn dirildi aaağbiii" diye çığırdı. Hepimiz donup kalmıştık bir anda. Gerçekten de bir şey it gibi soluyarak bize doğru geliyordu. Elif "durun la mna koyim maymun falandır belki" diyerek altına işeyen bizleri arkasında bırakarak yavaş yavaş yaklaşan silüete doğru yürümeye başladı.  Telefonun ışığını tutarak yürüdüğü sırada telefonu çalmaya başladı. "Efendim anne" diyerek yanıt verdi telefona. Huriye teyze paranormal olay falan dinlemeden Elif'i yoklamaya devam ediyordu. Elif "Hayır anne gelmiyorum. Seni seviyorum anne. aha yüzüme kapattı" dedi ve ışığı tekrar tuttu. Gözlerime inanamıyordum. Bu gerçekten de sonradan dirilmiş bir insana benziyordu. Fakat mavi kısa saçlı, dövmeli ve memesiz bir kızdı bu. Çok ürkek bir hali vardı. Yiğit hemen yavşak bir ifade ile kızın yanına doğru geldi "aaağğbi biz seni hiç farketmemiştik. aha ha haa" diyerek kızı himayesine almaya çalıştı. Bu sırada kapılardan biri gıcırdayarak açıldı ve içerden Şarköy'ün ses sanatçılarından EnisTan, üzerinde beyaz bir önlük ile çıktı. "Tebrik ederim. Bizi sonunda ikna edebildiniz. Buyurun labaratuvarımıza girin." diyerek tekrar içeri girdi. Hepimiz şaşkınlık içerisinde onu takip ettik. İçerde Erhan Tan, Aydeniz ve diğerleri harıl harıl çalışıyorlardı. Arkamızda bir maymun ordusu ile içeri giren bizlerse muzaffer edalar ile etrafa bakıyorduk. Şarköylü bilim insanları sonunda bize kucak açmıştı.


9 Haziran 2014 Pazartesi

Antik bir macera

Milattan önce çok önce, nehir kenarında bir çadırda yaşıyordum. Yerleşik hayata geçmemiş kavimlerden birinde, bir yiğidin kızıydım.  Babam Cevher Reis çok konuda yaman bir beydi. Bizim örf ve adetlerimize göre at yiğidin kamçısı, olmazsa olmazı idi. Benim de bir atım vardı ismi Gölge Yele idi. (O zamanlar yüzüklerin efendisi yoktu arkadaşlar biliyorsunuz ki.) Gölge Yele bembeyaz bir attı gözleri efsunlar, güzelliği ile herkesi hayran bırakırdı. Herkesler nefeslerini tutup Gölgeyele'nin koşup gücün anlamını onlara göstermesini beklerdi.



 Gölgeyeleylen ben iki can dostuyduk göçebe hayat tarzım yüzünden bir evim, sıcak bir tas çorbam olmadığından gölge yelenin sırtında konfora doyuyordum. 3 nazgül uçuşu mesafesinde başka bir kabilenin yerleşim yeri olduğunu duymuştum. Nazgül de bizim ölçü birimlerimizdendi, yüzüklerin efendisindeki nazgül değildi. Bir gün Gölge yele kanıma girdi ve beraber kendi kabilemizi terk edip komşu kabileye doğru dört nala koşmaya başladık. Ben bir gece önceden bir somun ekmek, bir kaç elma, kımız ve bir tavuk budundan oluşan bir çıkın hazırlamıştım. Gölge bir yer bulup mola verdik, rızkımızı üleşirken temiz gökyüzünün altında çapaklı gözlerimiz ile ufka bakıyorduk. Yola tekrar koyulduk ve geceye kadar hiç durmadan dört nala yol teptik. Gece olunca büyükçe bir çınar ağacının kovuğunda geceledik. Sabah son kalan yemeği de gözlerimiz dala dala yedikten sonra yola çıkmaya hazırdık yine. Gölge yele, yelelerini sallayarak böğrüne bağlanmış bir keseyi işaret etti bana. İçini açtığım da Gölgeyelenin teri ile pişmiş bir kaç dilim pastırma buldum. Öğğğğ çok iğğraaaanç demeden önce düşünün,öyle teflon tavadır düdüklü tenceredir yok hatta ocak yok anasını satim. Öyle markete gidip şahinler sucuk ve pastırmalarından alıp afiyetle yiyemiyorsunuz. Yine de bu pastırmayı zor zamanlarım için saklayarak yoluma devam ettim.
3. günün şafağında bu bereketli topraklara, yerleşik hayata geçmiş ve medeniyet kurmaya yüz tutmuş topluluğun yaşadığı diyarlara varmıştık. İnsanlar gruplar halinde iş başı yapmışlardı, kimisi hayvanları otlatıyor kimi tarlaları sürüyor ve ekiyor, bazıları da derme çatma da olsa evler inşa ediyorlardı. Herkes kendi yeteneğine göre bir işin ucundan tutmuştu, yüzümde yavşak bir sırıtma ile, Gölgeyelenin yularından tutmuş yürüyordum.
Yalnız tuhaf bir durum vardı hiç kimse beni iplemiyordu. Gölgeyele normalde her girdiği ortamda dudak ısırtırken bu garip halkın hiç mi hiç ilgisini çekmiyordu. Cebimden altın kesemi çıkartıp şıngır şıngır salladım ve olanca sesimle bağırdım " Ey güzel insanlar! Ödeyecek param var, bana ve dostum gölgeyeleye bir kap yemek bir göz oda vereniniz yok mudur!"
Bu seslenişime, uzun boylu iri yarı bir genç kız gür bir sesle karşılık verdi " Paran burada geçmez hanım abla!" diye haykırdı benden tarafa doğru. "Bizim topraklarımızda para kullanılmaz, başka nelerin var?"
" Bir canım var o da benim olsun" diye cevapladım bu sorusunu. Alaycı bir gülüşle bana baktı ve yere bıraktığı çamaşır sepetini geri alarak işine geri döndü. Sinirli sinirli Gölgeyele'ye dönüp "Kimse sklemiyor oğlum bizi burada, acımdan öleceğim uykusuzum geri dönsek bizi suya yatırırlar" diye çemkirdim. Tam bu esnada yanımda birden sıska bir çocuk beliriverdi. "Buralarda iş yapmazsan barınamazsın, biz parayla değil sadece üreterek yaşıyoruz" dedi ve elimdeki para kesesini işaret etti. "Bunlar çöp burada be teyze, atın da güzelmiş ama biz burada evcil hayvan besleyemeyiz"
Yetkili bir kişi ile görüşmek istediğimi söyleyerek ayak diremeye devam ettim. Ben de alnımın teri ile çalışıp, çalıştığım kadar karnımı doyurup yaşamak istiyordum. Bu kararlı tavrım çocuğu etkilemişti, beni topluluklarının bilge kişisi ile tanıştırmaya ikna oldu. Gölgeyelenin ise götü başı ayrı oynuyordu, hayvancağız her zaman pamuklar gibi bakılmaya her gün düzenli tımarlanmaya ve dengeli beslenmeye alışıktı. Bu macera onu çok sarsmıştı.
Bilgeler bilgesi beni sevgi ile karşıladı. Başımdan geçenleri ona da anlattım. Kendi kabilemi terkedip daha medeni topraklarda yaşamak istediğimi ve burada yaşamama izin verilmesini talep ettim. Mutlaka bir işlerine yarardım burada. Bilge kişi, uzman bir halkla ilişkiler sorumlusu gibi beni resmen mülakata aldı. Hobilerim arasında astronomi olduğunu söyleyince direk bu topluluğun gökyüzünü gözlemleyen kişileri ile çalışmak üzere beni işe aldı. Güzel haberleri vermek için güle oynaya Gölgeyeleyi bulmak için dışarı çıktım fakat Gölgeyele ortalıkta görünmüyordu. Beni buraya getiren çocuğu bulup atımın nerede olduğunu sordum. "Sen içeri girer girmez kaçtı senin at " dedi gülerek. "Nasıl kaçtı yaa Gölgeleye benim dostumdur, beni bırakıp gitmez" diye isyan ederek hüngür hüngür ağlamaya başladım. Demek gölgeyele ile dostluğum buraya kadardı, kahpelik yapmıştı bana. Bütün gece onunla yaşadığımız güzel anıları düşünüp efkarlandım.
Ertesi sabah diğer insanlarla birlikte tarlaya çalışmaya gittim. Çok büyük bir kütüphane kurduklarını, kimya geometri, felsefe, tıp ve astronomi alanlarında pek çok çalışmalar yaptıklarını anlattılar, beraber mutluluk içinde çalışıp hava kararmaya başlayınca işimizi bitirdik. Hareketsizlikten hamlamış olan kaslarım da bu fiziksel tempoya alışacaktı elbet, akşam ise gökyüzünü gözleyip yıldızların haritasını çıkartmaya devam ettik. Güneşin ve diğer yıldızların dünyanın etrafında dönerek hareket ettiğini söyleyenlere karşılık olarak bilge kişi aslında Güneşin merkez olduğunu söylüyordu. Galiba Kopernikten önce bazı şeyleri biz bulmaya yüz tutmuştuk, heyecanlı ve tez canlıydık.
Tam bu sırada bir gürültü ve nal sesleri ile hepimiz neye uğradığımızı şaşırdık, 500e yakın atlı bir anda dört nala topraklarımıza girdi ve her şeyi talan etmeye başladı. Kütüphanenin olduğu yerde ise dev bir yangın çıkmıştı bense yere oturmuş "Yapmayın ulan yapmayın ipneleeer" diye haykırıyordum. Bu esnada Gölgeyelenin bana doğru koştuğunu gördüm, sadık dostum demek ki beni aslında unutmamıştı ve kurtarmaya gelmişti. Gölgeyelenin sırtında arkamda yanan ve yağmalanan bu güzel diyarı bırakıp kaçmaya başladım. 8 gün önce terkettiğim kendi kabileme vardığım anda bayılmışım. Gözlerimi araladığım zaman ağzımdan bir şeyin sallandığını ve babamın dev adımlarla koşarak yanıma geldiğini gördüm, "Şu haline bak bu kadar yaralanmışsın ama hala pastırma yiyorsun be kızım" diyerek beni kucakladı ve çadırıma götürdü.