22 Kasım 2012 Perşembe

Çiçekli dede

Yeşil çimlerin üzerinde bir grup çocuk kırmızı renkli ve on katlı topu birbirlerine atarak oynuyorlardı. Oyunun heyecanı ve havanın sıcaklığı birleşip onları terletmiş, yanakları koşmaktan al al olmuştu. Bir süre sonra dikkatlerini beyaz yanaklı arkadaşları Hakan çekti. Hakan ilkokul 2yi yeni bitirmişti ve yazın da uslu ve günahsız bir çocuk olarak Kuran kursuna başlamıştı. Koltuğunun altına sıkıştırdığı kırmızı kapaklı Kuranı ve kafasında takkesi, melekleri kıskandıracak seviyede nurlu sureti ile arkadaşlarının yanına ilişti. Onlara hava atmak için " helavela hue eeallluueah" diye Arapça olduğuna son derece emin olduğu cümleleri gırtlaktan saldı. Onun ne dediğini anlamayan çocuklar ise Hakanı siklerine takmayıp oyunlarına geri döndüler.

O yaz kardeşi Kaan ile birlikte Çanakkale Bigadalardı. Hakan eve ulaştı ve bir dilim kuru ekmeğini katıksız yedi, üzerinde de çeşmeden su içti. Kaan cinselliğini keşfediyordu ve ne kuru ekmek ne Kuran kursu zerre skinde değildi. Hakan da bembeyaz pamuk suratıyla tatlı bir telaşla içeriye koştu. Canı biraz atari oynamak istiyordu ama adaptör çok ısınmıştı. "Yeaallaeh höeahelalea" diye kendi kendine konuşarak camın kenarına gitti. Bu kelimelerden isyan ettiği apaçık ortadaydı. Camın kenarında 3 gün önce yemekten yarısında sıkılıp bırakmış olduğu bir dilim kuru elmeği gördü. Üzerinde belli belirsiz sürülmüş bir salça bile vardı. Düşünceli gözlerle pencereden bakmaya koyuldu, bir yandan da kuru ekmeğini kemiriyordu. Karşıda erenlere karışmış olan Çiçekli Baba'nın türbesi vardı. Sokaktaki çocuklardan onun hakkında bir şeyler duymuştu, bazıları onu gece yarısı gördüklerini söylüyorlardı. Hakan kuzeni Burcu'nun tekinsiz cümlelerini düşündü. "Bu evde kurban kesilmiyor. O yüzden Çiçekli baba bizim evde de dolaşıyordur Allah bilir!" demişti.  Kaan ise cinselliğini yeni yeni keşfetmekle meşgul olduğu için ne kurban ne de türbe skinde bile değildi. Kafasına takılan en büyük sorun atarinin adaptörünün fazlasıyla ısınmasıydı. Bazen Hakan'ın yanına gelip " Off çok fena baydım." dedikten sonra onun yanıt vermesini beklemeden odadan geri çıkıyordu.
Gel zaman git zaman, Hakan ve çiçekli dede arasında kimselerin bilmediği bir bağ oluştu. Hakan kuru ekmeğini kemirip pencereden dışarı bakarken sanki bir an için onu görür gibi oluyordu. Bu evde acilen bir kurban kesilmesi lazımdı. Yoksa çiçekli dedenin onları ziyaret etmesi an meselesiydi. Hakanın günleri geceleri adeta bir Alfred Hitchock filmi tadında geçmeye başlamıştı. Sokakta gördüğü yaşlı dedelere bakamaz olmuştu, onları gördüğü zaman yüzü bir ton daha beyazlaşıyordu.
Bir gece kan ter içinde uyandı.Yataktan kalktı ve küçük abdestini yapmak için ayakyoluna yürüdü. Tuvaletteyken evin içinde biryerlerden bazı sesler geldiğini duydu. Dışarı çıktı. Uykunun getirdiği mallıkla sese doğru yürüdü. Gördüğü şey karşısında donakalmıştı. Çok yaşlı bir adam kıçında deri bir tanga elinde kırbaç ile salonun ortasında duruyordu. Tanganın kenarlarına envai çeşit çiçekler sokuşturmuştu. Kafasının üstünde ise dev bir gül vardı. Hakan, ufak adımlarla geri geri yürümeye başladı. Ancak yaşlı adam ona daha da yaklaştı. Hakan o sırada bir detay daha farketti. Çiçekli dedenin her iki meme ucunda da piercing bulunuyordu. Bu adam tabi ki çiçekli dedeydi ve Hakan'a bakıp bembeyaz dişlerini göstererek gülümsedi. Bunun üzerine Hakan " Haaasssiktir" dedi ve koşarak odasına kaçtı.
Ertesi sabah başından geçenleri kuzenlerine ve Kaan'a anlattı. Hepsi de bir hayli etkilenmişlerdi. Kaan "Peki neye benziyordu?" diye sordu kardeşine. Hakan gözlerini kaçırarak " Hiçbirşeye benzemiyordu. Yalnızca bir silüetti işte o kadar.." dedi. Sonra mutfağa gidip bir dilim ekmek aldı, üzerine şokella sürdü yanında da cola içti.

Not: Bu hikayedeki olaylar kısmen gerçektir. Hakan güzel bir kardeşimizdir.


10 Eylül 2012 Pazartesi

Adam ayırıyorlar burada, Lütfen!

Ben her daim kadınların her toplumda ikinci sınıf insan muamelesi görmesine kendimden geçercesine tepkiliyimdir. Yok efendim, "arabayı ne kötü kullanıyor kesin bayandır" yok elinin hamuruyla erkek işine ne garışıyin daha binlerce tabirden ölesiye tiskinirim. Zaten bayan nedir o ayrı bir konu. O konuyu daha sonra irdelerim. Zaten kadına uygulanan şiddete, kadın cinayetlerine filan hiç girmiyorum allah bin belalarını versin deyip geçiyorum. Zaten küfretmekten başka bir şey de gelmiyor elimden. Gerçi burdaki ironiye de dikkat çekmek isterim, küfrü yiyen de yine o yavşak heriflerin anaları bacıları oluyor. Babanı,emmini, abini s.keyim diye bir küfür duymadım henüz. Neyse, biramdan bir fırt alıp kafamı daha fazla dağıtmadan anlatmak istediğim konuya dönüyorum.
Bu bahsettiklerim gerçekten de çok ciddi durumlar, şakası yapılacak veya espri kaldıracak konular değil benim nazarımda. Tabi ki tüm erkekleri de genelleyip hepsine lanet okuyacak kadar da ruh hastası değilim. Zira çok fazla sevdiğim bir sürü arkadaşım var cinsiyeti erkek olan. Zaten bahsedeceğim konu da tam olarak onlarla alakalı. Böyle temiz pak, akça pakça, adeta bir bebek hassasiyetine ve günahsızlığına sahip insanlar bunlar. Ağızları süt kokarken bir kelebeğin kanadı kadar yumuşak bir mizaca sahiplerken adeta birer hanzoymuşçasına muamele görüyorlar. Yalnız fazla övdüm galiba ya, normal adamlar işte. 13 yaşında ayın ondördü gibi kızdan bahsediyorum sanki.
En başa dönmek istiyorum. Sene 2005 sanırım. Duyguyla beraber Demir Demirkan konserine gitmiştik. Duygunun yaşı tutmamasına rağmen sırf cinsiyetimiz kadın diye hiç zorluk çıkartmadan içeri almışlardı bizi. Ancak bundan 2 sene sonra, yani sene 2007,Yiğitcan diye bir arkadaşımla MFÖ konserine gitmeye heves etmiştik. Yüzümüzü yıkamış, makyajımızı yapmış saçımızı fönlemiştik. Pardon bunları yapan sadece bendim. Çünkü kapıdan içeri girmeye yeltenirken bizi durdurup kimliklerimizi sordular. Herkes akın akın içeri girerken sırf Yiğitcanın orman kaçkını tipi yüzünden criminal muamelesi görüyorduk. Kimlik numaralarımız sorgulandı, üzerimiz arandı marandı, yiğitcan ehliyetini filan bıraktı girerken. Hani orda yiğitcan değil mesela Elif olsa hiç rencide olmadan girer izlerdik konseri. Halbuki Yigocum ayın ondördü gibidir sima olarak. 
Geçen hafta Taksimde bi yere Elifle içmeye gittik. Barmenle baya bi kankatsu olmuştum ben öncesinde, çok da iyi bir çocuk kendisi. Elifle takıldığımız akşam 4er bira ve adam başı 6 tekila shot yaptık. Hesap gele gele 40 lira geldi. Zaten kafamız da bi milyon olmuştu hiç sorgulamadık, evlerimize dağıldık. Bu olaydan bir hafta sonra Çınarla beraber aynı yerde aynı şeyleri içtik. Hesap 3 katı geldi. Ben de hani öncesinde az ödeyince baya bi şaşırdım ama işte aynı mekana kızla gelince farklı, erkekle gelince farklıydı haliyle. 
3-4 gün önce de kuzenim Deniz ile Bakırköyde takılırken içmeye karar verdik ve gidip Bakırköyde bulabileceğimiz en düzgün yere oturduk. Masamız biz oturana kadar "rezerve" diye geçiyordu, ama oturabilir miyiz diye sormamızla rezerve mezerve hak getire, dört bir yandan çerezler yağıyor filan. Ulan dedim iimiş buranın servisi. Sonra Çınarla gittik aynı yere geçen, bi tane sikko masa vardı üzerine rezerve yazısı koymuşlar. "Buraya oturabilir miyiz?" diye sordum, Adam bi baktı "Orası rezerve" dedi. Ama dedim geçen biz oturmuştuk. Bu sefer rezerveymiş. Nah rezerve. İnsan ayırıyorlar, yazık lan bu erkeklere de. Gittik oturduk başka bir yere Çınarla, zaten çerez merez güleryüzlü hizmet tabi ki söz konusu değildi. Bir yarım saat sonra 2 tane kız geldiler, bize rezerve denilen yeri gösterip "buraya oturabilir miyiz?" diye sordular. Ve oturdular oraya. Çınara dönüp "resmen erkek ayrımcılığı var burda" dedim, hak verdi bana. 
Şu ahir ömrümde durup dururken bana birkaç kere kimlik soruldu hiçbirinde de yanımda kız arkadaşlarım yoktu. Ve sırf diğer kendini bilmeyen, beyni olmayan erkekler yüzünden genellenmiş olmaları da vahim bir durum. Sokakta tabi ki tacizci, bu sokaklar bizim edalarında gezen kendini bi bok zanneden erkekler kaynıyor. Ama kendi kendilerini toplu halde bu moda sokuyorlar. Sürekli kendilerini kanıtlamaya çalıştıkça, ön planda olup özne olmaya çabaladıkça da uyguladıkları yöntemler yüzünden daha da batıyorlar. Arada gerçekten iyi ve düzgün insanlar da kaynıyor. 



4 Temmuz 2012 Çarşamba

Uyku kaçınca

Saat olmuş 4:50 ve ben bundan 4 saat önce uykusuzluktan geberiyordum. Amma velakin annemle sohbete daldık ve uykum kaçtı, böyle olunca ben hep çene çalacak birilerini ararım. Çene çalmayı en sevdiğim zamanlar uykumun kaçtığı zamanlardır. Boşa gitmesini istemem çünkü. Yalnız yapacağım hiçbir aktiviteden zevk almıyorum, film izlemek kitap okumak uykum kaçtıysa gerçekleşmiyor. Hiç uykumun gelip kaçmaması lazım onlar için. Hah şimdi kaçtı uyku dedikten sonra köşe bucak laklak edebileceğim, saçma veya mantıklı oturup konuşabileceğim birileri lazım bana. Şu an bunun eksikliğini burdan karşılıyorum. Ama şimdi misal bi çay kahve alıp çenem düşene kadar biriyle konuşmak istiyordum olmadı. Keşke bir darbukam olsaydı. Kıvrak figürler sergileyebilecek bir dost olsaydı yanımda. Ben çalsaydım o da şen şakrak oynasaydı. Veya ben çalarken o da bir paket cips yeseydi. Uyku kaçınca boşa gitmemeli. Darbukanın hoş sesi ile kendinden geçerek dans eden biri veya ben çalarken bana ilgi çekici bişeyler anlatan biri çok hoş olurdu. Daha önce hiç darbuka çalmadım. Çalmam da sanırım elime geçmezse. Ama geçerse ehe ehe nasıl çalınıyor bu ayağına bir iki vururum. Bazen aklıma ilkokulda bando takımında çaldığım trampet geliyor. Annem sürekli çalarak kafasını şişirdiğim için (bando bittikten sonra da) onu birine vermişti. Sürekli çalıyodum. Ulan önümü mü kesti acaba annem. Belki davul filan çalacaktım. Ama kafa kalmıyordu kadında. Trampetim gidince flüte abandım zaten. Ceren diye bir arkadaşım vardı karşı binada, camdan cama flüt çalardık. Müzik kariyerim bu kadar, anlatacağımı anlattım bu gece. Artık uyuyabilirim.

8 Mayıs 2012 Salı

Tabnit


                                                                                                                                                                                       
Yandaki değerli abimizin adı Tabnit. Mesleği: Kral. Doğum tarihi MÖ 6 ya da 7. yüzyıl. Saçlar hala dökülmemiş, albenisi var.
Tabnit ile baya bir önce tanışmıştım. Geçen sene. Geçen hafta da Çınarla beraber gittik Arkeoloji müzesine, gördük kendisini. Yan tarafta bulunan lahitinde binbir bela okumuş lahitini açanlara. Her kim ola ki benim lahdimi açar, allah onun belasını versin demiş açık açık. Açmışlar sonra ama Vikipedide yazıyor kimse çarpılmamış, gündelik hayatlarına devam etmişler.
Ama o beddualardan Çınar ve benim nasibimizi alacağımızdan korkuyorum. Zira Tabnitin mumyasını inceleyen Çınar " Vay be, adamın tek t.şağı duruyor binlerce yıldır. Kadere bak önceden sarayda ne cevizler kırmıştır." dedikten sonra, benim de abartılı bir şekilde gülmem ile o lanet bize yöneldi eminim ki.
"Ben Astarte rahibi ve Saydalılar kralı Tabnit bu lahit içine gömülüyorum. Ey benim mezarımı bulan kimse her kim olursan ol benim lahitimi açma ve benim huzurumu bozma. Çünkü yanımda ne gümüş, ne altın ne de define vardır. Bu lahit’de yalnızca yatmaktayım. Bana mezar olan bu lahiti açma, bu türlü hareket Astarte’ye karşı büyük bir hakarettir. Eğer benim tebbihimi tutmaz, aksine mezar odamı açar ve benim huzurumu kaçıracak olursan, yaşayan insanlar arasında ve güneş altında nesilden ve neshepten mahrum kal ve ölüler arasında yatacak yer bulma”
Böyle demiş işte.Ne çok ciddiye almış aslında ölümü, iki kıçı kırık insan olarak karşısına geçmiş kalan kurumuş tek t.şağından bahsediyoruz adamın. Allah cezamızı vermez umarım.

13 Nisan 2012 Cuma

Kedi canını senin

İt gibi içtiğim bir taksim gecesinden sonra, eve adım atmışım yorgunum. Alkolün de etkisi ile aklımda milyonlarca düşünce var, bir mayışma durumu var. Ama genel anlamda "Abi, barmenin 91li olduğu bir barda takıldık. Ulan 91 ne ya. Yaşlanmışım a. kü." gibi, buna benzer düşünceler hakimdi. Bu hayat nereye gidiyor, daha elim ekmek tutmuyor, hala buluşalım içelim, damı gözü dağıtalım, yan gelip yatalım zihniyeti baskın hayatımda diye düşünüyordum. (Halbuse hiç de öyle değil, sürekli de yok ales yok staj bilmemne uğraşıyorum, ama o gece modum buydu.)
Hatta konu döndü dolaştı "olum yaş 24 oldu, eski körpeliğim kalmadı. herkes körpe ben değilim"e kadar geldi. Of hayır, yaşım ilerliyor daha hayatım  yerine oturmadı, şimdi gözüme nasıl uyku girsin diye kendi kendime monolog halindeydim. Odamda oturuyordum, annem de yatmıştı odasında. Derken içerden bir tıkırtı geldi. Biri parmaklarıyla darbuka çalıyor gibi, sonra bir yürüme sesi. Oha annem napıyo lan odasında dedim, gittim kapıyı dinledim sessizdi. Derken tekrar duydum aynı sesi, bissmmmm diye minik adımlarla salondan geçtim. Salonda masadan uzun demir mum şamdanını alıp mutfağa doğru ilerledim. Gtüm yusuf yusuf bir şekilde, mutfağın ışığını açtım. Kimse yoktu, sadece pencere açıktı. Ancak daha da yaklaşınca pencereden tezgaha uzanan siyah bir kuyruk gördüm. Yaklaştım bir baktım ki KEDİ. 10. katta oturuyoruz biz be kedi. Nasıl çılgın bir kedisin sen. Psst yaptım çıktı camdan tamamen. Bizim mutfağın tam yanında yangın merdiveni var, ordan atlamış olsa gerek. Ama kedi, altıma ettim korkudan. Sabah filan girseydin ya içeri, doyururdum karnını bindirirdim asansöre giderdin yoluna selametle. Gecenin 3ünde girilir mi bilmediğin evlere. Ah kedi vah kedi. 
Bu olaydan önce yaşlandım filan diye saçmalayan ben, odama girdim vurdum kafayı, sabaha kadar deliksiz bir şekilde uyumuşum.

Uno : rebirth of teenagers

Bir mekan düşünün. Ergenliğin doruk noktasındayken gidilmiş, buram buram hormon kokularının arasında genç bireyler depresyonlarından kaçıp oraya sığınmışlar. Bir mekan ki, orda alkol var, yaş 16-17 ve orda alkol var. Eskiden nesi var? diye bir oyun vardı (belki hala vardır, ben yaşlandığım için sanki eskide kalmış gibi hissediyorumdur) Odadan bir nesne seçerdin, diğer arkadaşların nesi var diye sorardı sen o nesnenin rengini, şeklini şemalini söylerdin. Onlar da hangi nesneyi seçtiğini bulmaya çalışırdı. Misal nesi var, diye sorardı çocuklar, nesne seçen kişi " moru var, kılı var tüyü var " derdi. Odadaki mor oyuncak ayı seçilmiş olurdu.
Bu mekan için nesi var? diye sorarsanız eğer, "35 yaşında buluğ çağında sahibi var, alkol alan ve fafafa diye ebeveynlerini eleştiren gerizekalı ergenler var, leşlik var, aşırı gürültülü metal müzik var." Ve ben de buraya gidiyordum işte.
Aradan yıllar geçti, lise bitti, ergenlikten az da olsa (!) çıkıldı, hatta üniversite bitti, staja başlandı derken bir gün Elif ve ben, yeniden o mekana gitmeye karar verdik. Elif hostesti ben psikologtum hani artık ne bileyim bir nebze daha ne olduğumuz belliydi. Girdik içeri, tabi eski hali gibi değildi, yaş ortalaması yükselmişti. Eskinin kokuşuk g.tlü ergenlerinin oturduğu yerde artık biz tavla oynuyor, menemen yiyorduk. Adeta 2 emmiydik Elifle. Ama geçmişimizi de inkar etmiyorduk, orda platonik aşklarımızdan bahsedip yüzde 99u su olan biralarla leyla olduğumuz günleri buruk bir neşe ile anıyorduk.
Fazla betimlemelere girmeden, sadede geleceğim. Bir sonraki karede, mekanın sahibi, orda çalışan kız, elif ve ben uno oynuyorduk. Birden edepsizleşmiştik, unoda oranın sahibine tüm kartları sokmaya çalışıyor, arsızca laf sokuyor ve kazanınca fazlasıyla seviniyorduk. Adamcağız ergenlerden yıldığı için konsept değiştirmişti belki ama biz o halimizle onlardan da beterdik. Bütün çirkefliğimizle ve bozuk ağzımızla oyunu oynadık, elif ya da ben galip geldik sonra da çıktık gittik ordan. "Menemenden de 6 lira almış a.k, bizi unoyla kandırıp kazıklamış" diye fesatça söylenmeyi de ihmal etmedik. Bir de giderken milyonda bir gerçekleşme ihtimali olan bir olay vuku buldu. Adamcağız elini uzattı tokalaşmak için içten bir şekilde, biz de elifle aynı anda uzattık ve 3ümüz aynı anda tokalaştık.
Taha ve Ceyhun ne kadar yontulursa yontulsun, hep baki kalacak sanırsam bizim bünyemizde. Ama onları da seviyoruz.

31 Ocak 2012 Salı

Duygusal insanın sonu gelmiyor

Islanınca güzelleşiyor sayfalar,yağmura banmak lazım kelimeleri kenarından...


Ne ben mecnun idim, ne sen papatya ama bahar günlerimiz vardı felekten gün çaldığımız. Pullara basmadılar hikayemizi belki ama, mektuplarımız vardı bizim yaktığımız...


Bu nedir abi ya?
Kelimeleri neden yağmura banıyosun ki? Hikayeyi pullara basmak? Olay şöyle olmadı mı aslında:


"Bugün ağlayasım vardı ağladım. Ağlamasam da ağlamışım gibi oldu. Baktım aklıma bazı metaforlar geldi sürreal düşünceler geldi, sktir ettim bir adet acılı lahmacunun içine soğanları salatayı doldurup yedim. Kelimeleri lahmacuna banmak diye bi fikir geldi aklıma, bi kenara not ettim. Hani acılı ya lahmacun, kelimelerim de acılı olur insanlara dolaylı anlatım yaparım dedim.
Bi kız var şimdi bazı bazı takıldık, ama aramızda herhangi bir sevişme, cinsellik içeren bişey olmadı. Tırt iki insan olduğumuz için de nesilden nesile aktarılacak bir aşkımız da olmadı. Havalar düzelince Zeytinburnu sahilinde birkaç kez buluştuk, felekten bir gün çaldık. Yaşanmışlığımız hiç yok değil yani, yanlış anlamayın. Ama yeterli değildi tabi o yüzden ayrıldık abi dediğimde kimse sklemedi beni. Sadece İhsan üzüntümü hafifletmek için bir sigara yakıp ağzıma taktı ve dedi ki " Abi sen boşver, üzülmüşsün gibi yap. Zaten msnde _Shok_Shekher_Kısss_765 nickiyle oturum açan kızdan ne beklersin? Bunların hepsini aklından, anılarından sil ve sanki eski usül mektuplaşmışsınız gibi düşün, belki bi anlam katar" dedi ve sırtımı 2-3 kere pışpışlayarak güngören istikametine giden minibüse atladı. 
Bu bana bir fikir vermişti, blog sayfama girdim ve yüreğimin derinliklerindeki ulvi aşkımdan bahsetmeye başladım."


Ha bi de,


http://taritiwele.blogspot.com/2010/07/duygusallk.html

Bu arada sonlara doğru fazla Umut Sarıkayaya kaçmış yazı, ama özgünlük peşinde koşmadığımdan için rahat. =)

Güzeller güzeli Ceyhun

Aslında yazacağım şeyler sadece Ceyhunla ilgili değil ama olsun, başlık olarak güzel durdu.
Kar yağdı ya şimdi, kafayı sıyırdık. Deniz aradı "abi kartopu" dedi kendimi nasıl dışarı attığımı bilmiyorum. Cümlesini bitirmesine dahi meydan vermedim. Deniz, Ceyhun ve ben kafamıza birer yılbaşı şapkası takıp, karlarla haşır neşir olmaya elverişli olan parka gittik. Yılbaşı şapkasını da en son geçen sene takmıştım hiç kullanmıyoruz diye düşünerek yanıma aldım, sorgusuz sualsiz geçirdiler berelerinin üzerinden. Parkta naylon poşetle bayır aşağı kayarken insanların bakışlarına aldırmadan şuh kahkahalar atıyor, havada moleküllerine ayrılan kartopları fırlatıyorduk birbirimizin kafasına.
Capri sun aldık içtik sonra, yerden bi tane dal bulduk onu da gittiğimiz her yere götürdük. Yine sorgu sual yoktu. Hiç bir davranışımızın mantıkla, beyin gelişimimizle veya edindiğimiz herhangi bir ilke ile alakası yoktu ama sorgulamadık. Sanki her gün bunu yapıyormuşuz gibi, kafamızda (berenin üzerinden) yılbaşı şapkaları, elimizde uzun ince bir dal, öbür elimizde capri sun, bayır aşağı kayıyorduk. Sonra da starfaksta kahve içip evlerimize dağıldık günlük rutinimizi yerine getirmişcesine. Sevdim ben bu olayı. Güzeller güzeli ceyhun, bebişler bebişi ceyhun. Ense köküme kar topları yağdıran ceyhun. Diyor ve susuyorum artık.