29 Mart 2010 Pazartesi

Mekan-Hoca-Ziftli sütlaç

İki hafta önce filan, okuldan çıktıktan sonra Taksim'de aheste aheste yürürken ve özellikle belirtmeliyim ki hiç eve gitmek istemez bir haldeyken, bari tek başıma yemek yiyeyim dedim. Taksimde bana kalırsa en şahane yemekleri "Tramvay" bahşediyor insanlığa. Mekan tanıtımı felan yapmayacağım, zira boğazıma,damak tadıma çok düşkün olduğum için sadece yemekler ilgilendiriyor beni. Meydandan kaptırıp aşağı doğru yürümeye başladım. Ağa camiiyi geçtim, hemen yamacındaki "sulu südyen"ciyi geçtim, yürüdüm yürüdüm Antuan kilisesini de geçtim. O sırada telefon çaldı, arayan kadim dostum Hintli arkadaşım Akshat'tı. "Meraaba, kanku" dedi. Bu arada akşat yurdum insanından güzel türkçe konuşuyo, 6 ayda öğrenmiş maşşallah (kendi deyişiyle, buçuk senede). Her neyse, hayırdır akshatcım noldu dedim, nevizadenin yerini sordu. Heyecanla anlattım, onun adına sevinmiştim tanıştığımızdan beri (yaklaşık 1 buçuk senedir) partilerde boy göstermek istiyordu, bir doğum günü partisine gidecekmiş. Tam telefonu kapatırken "mükemmel! nevizadeye gidiyorum! bir de, sokmak ne demek,anlamı ne demek??" diye sordu.
Her neyse, telefonu kapatıp yürümeye devam ettim. Tramvaya gidip, güzel bi ceasar soslu tavuklu salata yedim. Salata tabağı geldiğinde garsona teşekkür edecektim nerdeyse, o derece seviyorum orda yapılan her yemeği. Tavuk dönerden ve amerikanlı sosisliden isyan eden midemi sevindirmek için ara sıra bu güzelliği yapacağım kendime.
Değinmek istediğim diğer konu, Bülent Somay. Bu ulvi şahıstan bu sene "the Frame Tale" diye bir ders alıyorum. Adam mükemmel dersi mükemmel, ilk kez bi derse girmek için can atıyorum. Tütününü sarıp içip, derse koşarak giren, Tolkien uzmanı bi kişilik kendisi. Derste tek yaptığımız sohbet etmek, edebiyattan bahsetmek, en gereksiz ve eğlenceli bilgilerle kuşatılmak. Aslında pek gereksiz sayılmaz ,Bülentçiğimin anlattıkları ve kendine has üslubu beni resmen mest ediyor. Derste Hazreti İsa'dan bahsediyoduk mesela, saçma hristiyan geleneklerinden falan filan. Şarap içip ekmek yeme muhabbeti açıldı, Hoca, "isanın kanını içtim, isanın etini yedim" mantığıyla hareket ediyorlar diye bir açıklamada bulundu. Ön sıralardan bi arkadaş da " Bi ülkede, isanın mantar olduğuna inanıyorlar, mantar yediklerinde İsayı da yemişçesine vuslata eriyorlar" dedi. Sayın Somay ise "Umarım magic mushroomdur, öyleyse güzel bir vuslat olur" dedi ve elini cebine atıp tütün tabakasını çıkararak, düşünceli bir biçimde gözden kayboldu. Kısa bi süre sonra,ders arası verilmiş olduğunu anlayıp biz de çıktık tabii.
Gelelim Ziftli Sütlaç'a, Gökhan Dabak'ı Deli Cevattan dolayı bilirsiniz, Ziftli sütlaç onun "Limon"da yazılar yazdığı dönemden kalma köşesinin adı. 1989 Limon arşivinden bi ziftli sütlaç seçkisi sunmayı bir borç bilirim.
"Yokum ki ortada bi müddettir..Çünkü Malazgirt ovasında yayla cücesi arıyordum.Ararken bir de baktım Davulcu ufuk ellerini güçlendirmek için soğan ovuyordu.Macide hanım ise ona portakallı cadı yediriyordu..Bana da bol portakallı bir cin verdi. Kızkardeşi Dalga da havanda cüce eziyordu. Hemen sordum, burada nerde yayla cücesi bulurum??Şu ilerdeki mor kayaların altında bir sürü var bayım. Aman dikkat edin zehirlidir o cins.. Postu için mi arıyorsunuz, yemek için mi.. Hayır dedim..Bir yayla cücesinin götüne ossuruk resmi yapmaktır isteğim. Tebrikler bayım, çok ince ruhlusunuz diye mırıldandı"

26 Mart 2010 Cuma

Taksicinin firar eden kuşları

- Günlerdir beni mahveden bir mide ve karın ağrım var. Yemek yemek işkence, tuvalete gitmek işkence. Serum yedim, totoya iğne yedim. 3 gündür anca yeni yeni kendime gelebildim. Bu gün okula gitmem gerekiyodu, ders notu ve kitap fotokopisi bulmak için. Vazgeçilmezim olan korsan taksiyi aradım. Çünkü metrobüse, dolmuşa katlanacak halde değildim. Beni okula götürüp getirin amcalar dedim. Yarım saat işim var, beklersiniz hemen biter dedim.
Böylece sapsarı suratım, 3 gündür taranmamış saçlarımla okula doğru yola çıktım. Korsan taksici duygusallıkta son noktaya varmış olduğumun farkında olmadan, muazzez ersoy, orhan gencebay seçkileri sunuyordu. Sonra, ağlamak güzeldir, ağlama değmez hayat, erkekler ağlamaz gibi şarkılarla burnumun dolmasına yol açıyordu. Bunun sebebini hemen açıklayayım, hasta olduğum zaman ekstraordineri bi biçimde duygusallaşıyorum ben. Hemen kaçın yanımdan. Acil kaçın. Yemek yiyememek, tuvalete gidememek ne demek lan.
Sonra okula geldim. Betülden istatistik notlarını alcaktım, dersteydi. Mesaj attım, dışarı çıktı. "Çok duygusalım" dedim."Benim de moralim bozuk" dedi. Nedenlerini anlattı. Sonra ağlamaya başladı. Aniden burnum tıkandı, gözlerim doldu. İçimden çemkire çemkire ağlamak geldi. Ama durumun saçmalaşacağını bildiğimden bikaç damlayla geçiştirdim bu duygu yüklü anları.
Korsanı beklemek üzere okulun dışına çıktım. Hala ağlamaya devam ediyordum. Hiç bir derdim yoktu, sadece totoya iğne yemiştim, tuvalet sıkıntım vardı ve 3 gündür haşlanmış patates yiyordum.Bir de Betülün ağlaması son nokta olmuştu.
Sonra korsan taksici geldi, "sizi çok beklettim kusura bakmayın"dedim. İsabet olmuş dedi. Biraz hastaydım da fazla hareket edemiyordum dedim. Yine gözlerim dolmuştu.Öyle saçmaydım ki. Neyseki bu durumu bertaraf ettim ve kucağımdaki "experimental psychology" kitabının sayfalarını karıştırmaya başladım. Sonra annem aradı, ona az önce başımdan geçen saçma hikayeyi anlattım. Konuşmalarımıza kulak misafiri olan taksici telefonu kapattıktan sonra "ben de 3 gündür çok dertliyim" dedi.Sebebini sormama fırsat vermeden devam etti, " kuşlarım kaçırıldı.. oysa onlara 5 aydır doğal ortam hazırlamak için ne kadar da uğraşmıştım.." Bu cümlenin ardından öldürücü bir sessizlik yaşandı. Bu sefer burnum başka sebepten dolayı doluyordu ve birden kahkahalarla gülmeye başladım. Sonra zoraki bir biçimde gülmemi bastırıp "Cinsleri neydi peki, çok üzgünüm güldüm ama.." diyebildim. "kocakafa, saka, ardıç ve bir sürü eşi benzeri olmayan tür" diye devam etti. Sonra cep telefonunu çıkardı ve "bakın, işte bunlardı. Kim neden yapar bunu, ne istediler onlardan..Hepsi çok mutluydu, onlara kaçırılmadan önceki gece çok güzel bir gece yaşatmıştım" dedi. O an benim için tüm değer yargıları, saygı, sevgi, irade herşey yok olmuştu. Avazım çıktığı kadar gülmeye başladım. Adamcağız kalakalmıştı, telefonu tekrar cebine koydu "hehe, evet herkes üzülme diyor, giden gider diyor zaten, hehe" dedi. Eve yaklaşmıştık, hala kendimi kontrol edemeden gülüyordum, cüzdanımı çıkartıp parayı ödedim ve kendimi arabadan aşağı yuvarladım.
Evde aklıma Elifin rahmetli kuşu "hanimiş" geldi. Onu da sevgiyle anıyorum.

8 Mart 2010 Pazartesi

Büyüyünce ne olacaksın yavrum?

Çocukken "Büyüyünce ne olacaksın?" diye soranlara dansöz diye cevap veren süper bir arkadaşım vardı.
Keşke hepimiz bu cevabı verseydik büyüyünce ne olacağımız sorulunca. Ben her seferinde farklı cevaplar veriyordum. Astronot olmak gibi bir gayem vardı başta. Sonra arkeolog, ressam, yazar, FBI ajanı. Bi kere de cerrah demiş olabilirim, belki de sadece düşündüm.
Hepsi için de mantıklı sebeplerim vardı, çocukken çok fazla kitap okuyup, her seferinde orda gözlemlediğim süpersonik karakterlerden biri olmak istiyordum. Dinazorlarla, eski Mısır uygarlığıyla haşır neşir olmak, herkesin görüp hayran kaldığı resimler yapmak, aya, marsa filan gitmek istiyodum. Dinazorlarla birebir iletişimdi istediğim. Bide jurassic park'ı yeni izlemiştim galiba, bunu düşündüğüm sıralarda.
Yazar olmayı da ortaokulda daha yoğun bir biçimde istemeye başladım. Hatta bir sürü hikaye yazdım, bi tanesi şizofren olup kafasına yarattığı dinazorla arkadaş olan kızın dramını anlatıyordu. Bir diğeri mahallede eroin bulan küçük hafiyelerle ilgiliydi. Hafiyelerden biri eroini bulup annesine "bu ne" diye soruyordu. Annesi ise bunu FBI'dan ve polisten sakladıkları için yaramaz çocuklara kızıyordu.Sonradan farkettim ki yazar olamayacaktım. Zaten o yazdığım edebi eserleri bir tek annem bide belki kuzenim Deniz okumuştur. Adeta bunalımlı bir edebiyatçı gibi, eserlerimi imha edişim, beni bir bakıma büyük bir yazar yapıyordu. 2 kişiden oluşan okuyucu kitlem de vardı. Ama biraz üzerinde düşününce, yazar olma fikri en az astronot olmak kadar uzaktı bana.
Bu gerçeğe rağmen, birşeyler yazmaya devam ettim. Bu sefer yazdıklarım, ağır ergenlik döneminin ürünüydü. Sürreal bir biçimde çalışıyordum. En sonunda o zamanlar gerçekten de beğendiğim bir hikaye yazdım. Hikaye şöyleydi; Yer altında yaşayan insanımsı varlıklar vardı. Bunlar toprağın altında yaşamaya mahkumdu. Her gün tek yaptıkları şey, yukarıya uzanan bir tünel kazmaktı. Yemek yemedikleri gibi, sıçmıyorlardı da. Bir gün yeryüzüne çıkmayı başardıklarında ise dünyaya meteor düşüyordu. Bu kadar da skindirik bitiyordu yani hikaye. Tırt olduğumu anlamam için bu kadarı yeterliydi aslında. Ama bu tırtlık bana mazoşist bir keyif de veriyordu.Çünkü ergendim.
Şimdi büyüyünce ne olacağımı sorsalar, manav derdim. Son iki senedir böyle bir hayalim var. Dünyanın en keyifli mesleği olabilir çünkü.
Bir buçuk sene sonra, psikoloji mezunu olacağım. Meslek olarak manavdan önce gelen budur, o derece seviyorum okuduğum şeyi. Ama 2. sırada Manavlık var.
FBI ajanı olmaya gelince, hollywood filmlerinin etkisi diyorum sadece.
Bütün bu sayıklarımın arasında, aslında en çok istediğim psikolog olmakmış. Eğer olamazsam, bahçemde yetiştirdiğim sebzeleri meyveleri, büyük bir mutlulukla insanlığa bahşederim. Kalan boş zamanlarımda da mahallede eroin bulan dinazorla ilgili bir hikaye yazacağım. Dinazor ve kutsal ülküler uğruna savaşan cesur çocukların buldukları eroinle nasıl köşeyi döndükleri, spoiler olarak sunulabilir.