10 Kasım 2014 Pazartesi

Metrobüs ve Ölüm Yadigarları


İşte yine, yeniden Zincirlikuyudaydım. Evrimsel olarak güçlü olanın hayatta kaldığı gerçeğini her gün aynı saatlerde yaşıyor ve bu konu üzerinde bir saniye olsun kafa yormuyordum. Sadece içgüdülerim ön plandaydı, ez ya da ezil. Böl ve yönet. Sana tokat atana öbür yanağını dön. Gerekirse deden yaşındaki adamın dermansız dizleri yüzünden kapamadığı koltuğu kap, evde çoluğu çocuğu BİR KAP SICAK ÇORBA bekleyen teyzelere omuz at. Bunlar zerre s.kimde değildi. Gtümü o koltuğa koyduğum anda haklı bir gururla geride kalan, can pazarı yaşamaya mahkum olan diğer insanlara bakıyordum. Kibir benim en büyük günahımdı. Yatacak yerim yoktu. Fakat o gün, benden daha genç ve genetik sağlamlığı bakımından hayatta kalması gereken bir grup insanla metrobüse binmiştim. İşte bu sefer muzaffer bakışları ve haklı gururu ile oturdukları yerden caka satan onlardı. Artık ayakta seyahat eden yaşlı amcalar, yukarıdan onların cep telefonuna gelen bildirimleri ve mesajlarını okuyorlardı, benimkileri değil. Ben poşetli teyzeler ve montu yağmur yemekten ve sigaradan dolayı burcu burcu kokan insanlar ile etten duvar örüyordum bu sefer. Güneşin geldiği koltuğu yanlış hesapladığım, toplu taşıma ile olan ilk imtihanlarımdaki gibi aciz ve teslim olmuş durumdaydım. 
Tam bu esnada bir şeyin üzerine bastığımı farkettim. Bastığım şey ayaktan başka bir şey olamaz derken bunun bir değnek olduğunu farkettim. Etten duvarı biraz zorlayarak bu değneği yerden aldım ve bir süre boş boş baktım. Üzerinde mürver asa yazıyordu. Daha doğrusu biri bunu rotring kalemle üzerine kazımıştı. Atalarımız çok güzel bir şey söylemişler insanın başına ne gelirse ya meraktan gelir ya da yraktan. Fazlasıyla gerçeğin içindeydim, her gün çekmem gereken metrobüs çilesi beni gerçek dışı olan her şeyi olanca saflığıyla kabul etmeye zorluyordu. Elimdeki mürver asa gerçekten Harry Potter'daki mürver asaydı bana göre. Merak ediyordum gerçekten de bir Muggle olarak bu asayı kullanabilir miydim acaba. Evet kullanabilirdim. Son derece tırt bir maceranın içindeydim. Etrafım her zamanki gibi teyzeler ile sarılmıştı. Çünkü teyzeler metrobüse bindikleri zaman eğer oturamamışlarsa oradaki en genç hemcinslerinin yanında öbekler halinde yer alırlar. Bu da onların hayatta kalma stratejileridir. Asayı montumun cebine koydum ve incirli durağında indim. Bu benim metrobüse son binişimdi. Accio görünmezlik pelerini diye elimde asa ile herkesin şaşkın bakışları arasında accio, çağırma büyüsü yaparak görünmezlik pelerinini ve ardından da diriltme taşını çağırdım. Pelerin ve diriltme taşı güngören semalarından uça uça geldi ve ölüm yadigarlarına son derece gerizekalı bir yöntem ile sahip oldum.  Bir süre düşündüm, bu malzemeler ile aslında dünyayı bile kurtarırım diye ama dediğim gibi kibir benim en büyük günahımdı. Sadece kendi isteklerim doğrultusunda kullanmaya karar verdim ölüm yadigarlarını.
Hayır bu benim metrobüse son binişim değildi. Bazı yaşanmışlıklar öyle ölüm yadigarıyla madigarıyla çözülmez. Accio Vatan Şaşmaz diye Vatan Şaşmaz'ı çağırdım durağa. Vatan şaşmaz, yüzünde o hepimizin aşina olduğu "çok yakışıklıyım, hepinizi yakışıklılığımla sker atarım" ifadesi ile havada süzülerek durakta indi. Vatan Şaşmaz'ın özel şoförünü reddedip ütopik bir metrobüse bindiği reklamını bütün metrobüs kullanıcıları olarak en içten küfürlerimizle izlemişizdir. Saçlarını yepil yepil sallayarak bomboş metrobüse binip, yüzünde o mendebur ifadesiyle yolculuk eder. Oysa kimin saçı yapılı kalabilir o metrobüste? Kimin yüzü açma gibi güler Vatan Şaşmaz kadar. Vatan Şaşmazlığından utanmadın mı bre dürzü ? Diye haykırdım, evet. Sonra mürver asanın gücü ile Vatan'ı havada uçurarak metrobüse diklemesine soktum. Halkı kandırmanın cezası olarak Vatan bundan böyle ömür boyu metrobüs kullanmak zorundaydı. Hala da gülüyordu ipne. Çünkü şaşkınlıktan accio büyüsü yapmadan önceki ifadesi donup kalmıştı.
Bunlar için ölüm yadigarlarına ne gerek vardı, bir tek boynuzlu at kılı olan ceviz ağacından yapılma asa da işini çözerdi diyebilirsiniz. Olmuşken tam olsun. Ya voldemort gelir de yamultursa. Şakaya gelmez bu işler abi. Yadigarsız olmaz. Diriltme taşını ve pelerini de kendi şahsi amaçlarım için kullanacağım. En güzeli de pelerin değil mi sanki.



21 Temmuz 2014 Pazartesi

Şarköylü Bilim İnsanları : Dinozor düğünü

Şarköylü bilim adamlarının bizi labaratuvarlarına en sonunda kabul etmelerinin üzerinden bir sene geçmişti. Yıl bütün haşmetiyle göz açıp kapayana kadar geçmiş bize adeta damgasını vurmuştu. Çünkü labaratuvarda neler yaşandığını hiç birimiz tam olarak hatırlayamıyorduk.

En son hatırladığımız, bilim insanlarının aslında Şarköylü sanatçılardan oluşmasıydı. Büyük bir gizlilik ile bilime katkıda bulunmak için ne kimliklerini ne de yerlerini kimseye söylememişlerdi. Fakat bizim arsızlığımız ve inatçılığımıza daha fazla dayanamayıp kapılarını açmışlardı.

İçeriye bir maymun ordusu ile girmiştik, kapılar üzerimize kapanmıştı ve sonra bir pusun içinde hepimiz birbirimizi kaybetmiş, yitip gitmiştik. Gözlerimizi açtığımızda ise hepimiz dünyanın bir ucunda bulmuştuk kendimizi. Yiğit amazon ormanlarında (brezilya taraflarında ama ormanda) , Anıl arabistanda çölde, Elif Senegalde, Çınar Cibutide, bense Kabartay Balkar Cumhuriyetinde gözlerimi açmıştım. Bütün bir yıl sıla hasreti çekip en sonunda ülkemize bin bir emek ve alın teri ile dönmeyi başarmıştık.

Planladığımız gibi bir yıldır çektiğimiz çileleri bir kalemde silerek Şarköy'de bir araya geldik. Şarköylü bilim adamlarının karargahına bu sefer çok daha korkusuzca daldık, Timurlenk ve diğer arkadaşlarımız bizi coşku ile karşıladılar. Frankeştayn kız da ürkekçe yanımıza gelerek başlarımızdan birer tane çelenk geçiriverdi. Yiğit kızı görünce birdenbire dile gelerek " teşekkürler abi ne gerek vardı ehe ehe" dedi ve eli ayağına dolanarak ayağının altında bulunan maymuna yanlışlıkla diz attı. Yiğitin bu davranışı karşısında acıdan tortop olan maymun ise kesik kesik ciyaklayarak bir köşeye sindi. Yiğit normalde de sürekli tekrarladığı bu davranışından sonra için için ağlayarak maymundan özür diledi. Bu özrü kabul eden maymun, gözlerinin yaşını silerek yiğidin elinden tuttu ve bir daha bırakmadı. "Ağğbi sen değil de frankeştayn kız tutsaydı ya elimi, çok ayıp ediyosun" diye sitem ettiyse de elleri kenetlenmişti bir kere.

Bu esnada şarköylü bilim insanlarından biri olan Aydeniz, bütün ihtişamı ile karşımızda belirdi. " Aklınızda soru işaretleri var, biliyorum dostlarım" diye girdi konuya. " Fakat bunları cevaplamadan önce sizin yardımınıza şiddetle ihtiyacımızın olduğunu da söylemek zorundayım. Vaktimiz çok az ve insan ırkının kaderi sizlerin elinde" diye devam etti konuşmasına. Elif bir sigara yaktı ve  Aydeniz'e dönerek "VALLAHA MI LAN?" diye mühim bir konuya değindi. Hiç gerçekçi gelmiyordu gerçekten de. Her türlü emmeye gömmeye gelen Anıl ise "abi gidelim bence şu an sorgulamak manasız" diye kendi fikrini belirtti. "Nereye gidiyoruz lan bi dur" diye kalıverdik hepimiz. Aydeniz kısaca bizden ne istediklerini anlatmaya koyuldu. Bir zaman makinesi icat ettiklerini, (soru sormayın vaktimiz çok kısıtlı) ve dinozorlar çağına ışınlanarak bir düğünü gerçekleştirmemiz gerektiğini, zaman ve mekanda kırılmanın yaşanmak üzere olduğunu bu sebeple elimizi çabuk tutup zaman makinesine girmemiz gerektiğini söyledi. " Zaman ve mekanda kırılma ne babacım. Seçilmiş adam mı kalmadı kimsiniz ne film dönüyor burada" diye sorduktan sonra kendi kendime kahkahalarla gülmeye başladım. Gora'dan alıntı yaptığımı farkeden Elif ve Çınarsa kıhkıhkıh diye ufak çaplı gülerek bana eşlik ettiler.  Yiğit yumruğunu masaya koyarak "ben varım ağbi" dedi Aydenize.

Zaman makinesine binerken Aydeniz, görevimizi anlatmaya devam ediyordu. İki dinozorun (ve tabi ki t-rex idi bunlar) imkansız olan aşklarını perçinleyecek ve evlenmelerini sağladıktan sonra geri dönecektik. Aydeniz ise Şarköy'den bizi görebilip gerekli durumlarda yardım edebilecekti. Çınar, Elif, Anıl, ben ve Yiğit ayrıca Yiğit'in elini bir an olsun bırakmayan küçük sevimli dostumuz maymun, et pazarı gibi dip dibe, adeta metrobüse binmiş gibi zaman makinesinde yerimizi almıştık. Son dakikada Aydeniz bir bim poşetini domatesle doldurup Anıl'ın eline tutuşturarak "buna ihtiyacınız olacak arkadaşlar, haydi selametle gidin" dedi ve bizi dinozorlar çağına gönderdi.  ( Okuyanlar için bir bilgilendirme: Anıl domatesten hiç hoşlanmaz, yemez, sevmez ve o an gerçekten domateslerin neden onda olduğuna ve dinozorları evlendirmede ne işe yarayacağına anlam verememişti)

Her şey iyiydi güzeldi ama iki dinozorun izdivacını gerçekleştirmek için hali hazırda hiç bir planımız yoktu. Anıl şirin bir ifade ile "bence üstlerine pembe kar yağdıralım" deyiverdi. Yiğit ise "Kızları benden soracaksınız abi, dinozor da olsa kız sonuçta" diyerek önden önden yürümeye başladı. Minik maymun da yanı sıra gidiyordu. Dinozorların iyice yanına sokulan Yiğit bizlerle paylaşmadığı planını uygulamak üzere iken damat dinozor bir anda şarıl şarıl adeta bir nehir gibi Yiğit'in üzerine işemeye başladı. Kehgahkehkah diye meşhur kahkahalarını atan Anıl'ın sesi ortamda buram buram çınlamaya başladı. Anılın kahkahaları şiddetini arttırdıkça biz de gülmekten altımıza bırakmaya başlamıştık bir yandan da gülmemizi bastırmaya çalışıyorduk. Çünkü dinozorlar sesi farketmiş ve dikkat kesilmişti. Bunu farkedince bebeksi kahkahalarımız dondu ve her birimiz bir yerlere sindik.
Çıt çıkartmadan nefesimizi tutmuş bekliyorduk. Derken yine Elif'in telefonu çalmaya başladı. Elif telefona baktı ve "abi tahmin edin annem mi ablam mı?" diye yine arayanı oymalaya sundu. Ben ve Yiğit arayanın "Huriye teyze" olduğunu, Anıl ve Çınar da "Tuna abla" olduğunu söyledi. Bu sefer arayan Tuna abla idi. "Efendim abla. Hayır ablacım eve gelmiyorum. Balık mı, yok hayır abla siz yeyin afiyet olsun, öpüyorum abla" dedi ve kapattı. Şu an dünyayı kurtarıyor olmamız, feci şekilde can verme ihtimalimiz Elif'i aramalarına asla engel değildi. Biz de dikkatimizi Elif'e yönelttiğimiz için olanları izleyememiştik. Erkek dinozor bizi göremediği için tekrar dişiye doğru seğirttiği sırada Yiğitin ellerini tutan maymun birden fırlayarak ileri atıldı. Bizim için canını siper etmeye karar vermişti. Yapma lan yapma diye tısladım ama olan olmuştu bir kere. Saklandığı yerden olanları izleyen Yiğit "aabi işler sarpa sarıyor" dedi ve yeni bir plan yapmaya koyulduk. Bu esnada daha büyük bir tehlikenin geldiğini farketmemiştik. Bir grup Compsognathus etrafımızı sarmıştı. Dinozorlar konusunda ilim irfan sahibi olan Çınar "abi bunların minikliğine aldanmayın, etçil bunlar topuklayın" diye bizi aydınlattı ve canımızı kurtarmak için kaçmaya başladık. Tam bu esnada zaman makinesinden Çınar'ın reisi olduğu maymun ordusu akın akın çıkmaya başladı.

Çınar muzaffer bir komutan edası ile " Saldırın koçum!" diye bağırdı ve bu vesile ile gtümüzü kurtarmayı başardık. Koşarak kendimizi zaman makinesine attığımız esnada dişi dinozorun kucağında Yiğitin sevdiceği minik maymunu tuttuğunu ve erkek dinozorun da bir baba edası ile başını okşadığını gördük. Ebeveyn olmak onları yakınlaştırmıştı "Ağbi en büyük aşklar kavgayla başlar" dedi Yiğit. Makinenin içinde kurtuluşumuza doğru gitmeyi hayal ederken birdenbire kulakları sağır eden bir gümbürtü koptu ve içerideki florasan lambalar patlayıp kafamıza yağmaya başladı. Bütün ışıklar sönmüştü ve içerisi zifiri karanlıktı. Aradan bir saat geçmesine rağmen, hala ne ışık gelmişti ne de bir olay vardı. Bu esnada Elif, bir sigara yaktı ve sigarası giz dolu bu karanlıkta bir umut ışığı gibi doğdu. Bunun üzerine Anıl ve ben de yaktık. Muhtemelen son sigaralarımızı içtiğimiz için sigara dumanından nefret eden Çınar bile rahatsız olmadı. Sigarayı çektikçe yüzü aydınlanan Elif'in yine telefonu çalmaya başladı. O kadar takatsizdik ki kimin aradığını tahmin etme oyunumuzu bile oynayamadık. Arayan Tuna abla idi ve Elif'in kaçta eve geleceğini soruyordu. "Yarım saate evde olurum abla" dedi elif acı bir tebessüm ile. Karnımız acıkmıştı, Anıl'ın elinden poşeti alıp içindeki domateslerin hepsini yedik. Anıla da belki fikrini değiştirir diye yarısı ısırılmış son bir taneyi poşete bırakıp poşeti yere koyduk. Anıl nuh diyor peygamber demiyordu, domatesle hayatta kalacağına ölmeyi tercih ediyordu. Poşeti de tuvalet olarak kullanmaya karar verdik. Sırayla sıçıp, iyice dibe vurduk. Kurtulursak bu olaydan asla söz etmemeye sessiz bir yemin ettik. Zaman geçiyor umutlarımız tükeniyordu. Anıl ise içi silme bok olan poşete doğru kıpırdanıyordu. Bize çaktırmıyordu ama pişmandı, biliyorduk. Tam bu sırada bir mucize gerçekleşti ve bir anda zaman ve mekan kavramı yok oldu. Kapıdan çıktığımızda önümüzde uçsuz bucaksız bir sahil vardı. Hava mis gibi kokuyordu, deniz olanca maviliği ile karşımızdaydı. Bu sırada pembe bir kelebek narin bir şekilde uçarak gelip Yiğit'in omzuna kondu ve dile geldi. "Size Aydeniz'den bir mesajım var" dedi. Sesi insanda biber turşusu hissini uyandırıyordu."Teknik bir arıza sebebi ile sizi geri getiremedik ama üzerinde çalışıyoruz. May the force be with you" diyerek bize mesajı iletti. Anlam karmaşası içinde on dakika kadar birbirimize baktık ve kurtarılana kadar yaşadığımız klişeleri uç uca dizsek buradan nereye yol olurdu diye düşündük durduk. Sanki tırt bir yazarın, gtünden salladığı karman çorman skindirik bir film senaryosunun içindeydik. Ama hepsi gerçekti.



Son : Sıradaki şarkı bizden tüm dinozor sevenlere gelsin.



15 Haziran 2014 Pazar

Şarköylü bilim adamları : Başlangıç

Yıllardır aklımızı kurcalayan bir şey vardı. Bir tılsım, bir gizem asla gerçeğini öğrenemediğimiz bir efsane. Biz kim miydik? Bunun ne önemi vardı. Yine de merak edenler için söyleyeyim Yiğit, Anıl, Çınar, Elif ve ben. Yazları Yiğit Ören'e biz Şarköy'e giderdik ve merak ettiğimiz Şarköylü bilim adamlarının kim olduğuydu. Bir çok kez bunu duymuş, hatta bir kaç haberde de görmüştük fakat merak ediyorduk kimdi bunlar. Kimsiniz ulan siz?
Bu gizi çözmek için bir aradaydık. Şarköylü bilim adamlarının labaratuvarını sonunda bulmuştuk. Zeytin ağaçlarının ötesinde dağ başında, puslar içinde gizleniyordu bu tekinsiz yer. Hepimiz kişisel ihtiyaçlarımızı gidermiştik; Anıl uyumuş ve sıçmıştı, Yiğit aylık öğrenci akbilini ceviz ağacından yapılma bir kutuya kilitleyip bir yere gömmüştü, Çınar yanına yedek donunu almıştı, Elifin 12sinden 30una kadar boşuydu ( hostes olduğu için bizler gibi günleri baz alarak yaşamıyordu) bense sigaramı içmiş ve pislemiştim artık bu maceraya hazırdık. Herkes sırt çantalarını aldı, derin bir nefes çekip adeta yüzüklerin efendisinde aragorn, legolas ve gimlinin Ölüler ordusu ile anlaşmaya gittikleri sahnedeki gibi içeri daldı.

Bu kasvetli yere girdiğimiz zaman içerde bir çok hayvanın başı boş şekilde dolaştığını gördük. Kedi köpek eşek ne ararsanız vardı. Maymunlar adeta maymunlar cehennemi filmindeki gibi ortalığı ele geçirmişti. Elif ve Anıl birer sigara çıkarttılar tam yakmaya hazırlanırken maymunların reisi olduğu her halinden belli olan bir orangutan sırayla ikisinin de sigaralarını yaktı. Onlar yakınca ben de bir tane yaktım ve etrafı gözlemeye koyuldum. Elif orangutana dönerek "hemşerim, memleket nire?" diye sordu. Bunun üzerine tatlı yüzlü orangutan "ısparta" dedi ince bir sesle. HASSSİKTİR lan konuşuyor bu diye Çınarla aynı anda haykırdık.
Girdiğimiz yer büyükçe bir salondu, etrafında kafesler sedyeler vardı ve sanki uzun zamandır kullanılmıyor gibiydi. Bu maymunlar binayı resmen devremülk gibi kullanıyorlardı. Salonda yine filmlerdeki gibi bir çok kapı bulunuyordu ve hepsi kilitliydi. Bu yaşadığımız bir film sahnesi değildi hayır, ama tamamen gerçekti. Sigaralarımızı içtiğimize ve henüz hiçbir bilim adamıyla karşılaşmadığımıza göre, şarköylü bilim adamları ya hiç varolmamışlardı ya da bu işleri çoktan bırakmışlardı. Mutsuz bir şekilde yeni dostumuz orangutan ile ( Timurlenk) vedalaşıp dışarı çıktık.

Akşam Şarköy'ün gey sanatçılarından yükselen sesler arasında sahilde yürüyorduk. Birer şarap alıp sahile oturduk. Enis Tan'ın, Eray'ın, Aydeniz'in ve Erhan San'ın sesi dört bir yandan gelerek birbirine karışıyordu. Şarköy bu sanatçıları yıllarca bağrına basmıştı biz kendimizi bildik bileli onlar da Şarköy'ün birer parçasıydı. O gece oturup plan yaptık, yarın tekrar gidip ortalığı kolaçan edecektik, yanımıza maymuncuk tornavida falan da alacaktık.
Böylece her gün mütemadiyen zeytin ağaçlarının oradaki binaya gitmeye başladık. Hatta lavabonun yanında üzerinde isimlerimiz yazan diş fırçalarımız bile vardı. Şarköy'ün zeytinlikleri fuhuş yuvası olması ile ünlüdür, fakat dışardaki tüm olaylara kulaklarımızı tıkamıştık.
Yiğit bir çer çöp yığınının arasından eski model küçük bir televizyon bulmuş ve uzun süren denemelerin ardından çalıştırıp Flash Tvyi açabilmişti. Böylece sarı bıyığın programlarını dolu dizgin izleyip, Timurlenk ve diğer dostlarımız ile Nuh'un gemisinde gibi mutlu mesut takılıyorduk. Anıl'ın en yakın arkadaşı da bir eşek olmuştu, bize vermediği çikolatalarının hepsini gizlice ona yediriyordu. Uykusu gelince de adeta bir kelebek gibi eşeğine sarılıp uyuyordu. Her şey iyi güzeldi ama aklımızı kaçırmak üzereydik, 24 saat flash tv izleyip Yiğit'in dondurulmuş gıdaları ile besleniyor zaman zaman hep beraber çılgın gibi halay çekiyorduk. Kapıları da denemiştik bu arada fakat açılmamıştı. Bir sabah gözlerimizi bir kavga sesi ile açtık. Maymunlar arasında amansız bir kavga çıkmıştı. Kavga konusunu ise biraz dikkatle onları gözlemleyince anladık. Birisi Çınar'ın çantasından sevgili yadigar külotlarını çalmıştı ve bu külotları kendi aralarında bir türlü paylaşamıyorlardı. Bunu farkeden Çınarın gözü dönmüştü, hınç içinde maymunların arasına atlayarak hepsini pataklamaya başladı. Verin ulan donlarımı verin lan diye bağırıyordu bir yandan da. Çınarın kükreyişleri karşısında sinen maymunlar ise donları teslim etmişlerdi derken Timurlenk, Çınar'a yaklaşıp önünde eğildi. Bunun üzerine diğer maymunlar da reislerini taklit ederek Çınar'ın boyunduruğu altına girdiler.

Bu hanemize bir puan yazmıştı, kapıların arkasında ne olduğunu bilmiyorduk ve takviye güce zaten ihtiyacımız vardı. Anıl'ın eşeği de bizim tarafımızdaydı aslında sayıca bir hayli güçlü idik. Tam zaferimizi kutlamaya hazırlanırken Yiğit'in çığlığı ile zafer sarhoşluğundan uyandık. Yiğit üzerindeki göyneğini atarak bize doğru koşmaya başladı " Ağğbii sedyelerden birinden Frankeştaayn dirildi aaağbiii" diye çığırdı. Hepimiz donup kalmıştık bir anda. Gerçekten de bir şey it gibi soluyarak bize doğru geliyordu. Elif "durun la mna koyim maymun falandır belki" diyerek altına işeyen bizleri arkasında bırakarak yavaş yavaş yaklaşan silüete doğru yürümeye başladı.  Telefonun ışığını tutarak yürüdüğü sırada telefonu çalmaya başladı. "Efendim anne" diyerek yanıt verdi telefona. Huriye teyze paranormal olay falan dinlemeden Elif'i yoklamaya devam ediyordu. Elif "Hayır anne gelmiyorum. Seni seviyorum anne. aha yüzüme kapattı" dedi ve ışığı tekrar tuttu. Gözlerime inanamıyordum. Bu gerçekten de sonradan dirilmiş bir insana benziyordu. Fakat mavi kısa saçlı, dövmeli ve memesiz bir kızdı bu. Çok ürkek bir hali vardı. Yiğit hemen yavşak bir ifade ile kızın yanına doğru geldi "aaağğbi biz seni hiç farketmemiştik. aha ha haa" diyerek kızı himayesine almaya çalıştı. Bu sırada kapılardan biri gıcırdayarak açıldı ve içerden Şarköy'ün ses sanatçılarından EnisTan, üzerinde beyaz bir önlük ile çıktı. "Tebrik ederim. Bizi sonunda ikna edebildiniz. Buyurun labaratuvarımıza girin." diyerek tekrar içeri girdi. Hepimiz şaşkınlık içerisinde onu takip ettik. İçerde Erhan Tan, Aydeniz ve diğerleri harıl harıl çalışıyorlardı. Arkamızda bir maymun ordusu ile içeri giren bizlerse muzaffer edalar ile etrafa bakıyorduk. Şarköylü bilim insanları sonunda bize kucak açmıştı.


9 Haziran 2014 Pazartesi

Antik bir macera

Milattan önce çok önce, nehir kenarında bir çadırda yaşıyordum. Yerleşik hayata geçmemiş kavimlerden birinde, bir yiğidin kızıydım.  Babam Cevher Reis çok konuda yaman bir beydi. Bizim örf ve adetlerimize göre at yiğidin kamçısı, olmazsa olmazı idi. Benim de bir atım vardı ismi Gölge Yele idi. (O zamanlar yüzüklerin efendisi yoktu arkadaşlar biliyorsunuz ki.) Gölge Yele bembeyaz bir attı gözleri efsunlar, güzelliği ile herkesi hayran bırakırdı. Herkesler nefeslerini tutup Gölgeyele'nin koşup gücün anlamını onlara göstermesini beklerdi.



 Gölgeyeleylen ben iki can dostuyduk göçebe hayat tarzım yüzünden bir evim, sıcak bir tas çorbam olmadığından gölge yelenin sırtında konfora doyuyordum. 3 nazgül uçuşu mesafesinde başka bir kabilenin yerleşim yeri olduğunu duymuştum. Nazgül de bizim ölçü birimlerimizdendi, yüzüklerin efendisindeki nazgül değildi. Bir gün Gölge yele kanıma girdi ve beraber kendi kabilemizi terk edip komşu kabileye doğru dört nala koşmaya başladık. Ben bir gece önceden bir somun ekmek, bir kaç elma, kımız ve bir tavuk budundan oluşan bir çıkın hazırlamıştım. Gölge bir yer bulup mola verdik, rızkımızı üleşirken temiz gökyüzünün altında çapaklı gözlerimiz ile ufka bakıyorduk. Yola tekrar koyulduk ve geceye kadar hiç durmadan dört nala yol teptik. Gece olunca büyükçe bir çınar ağacının kovuğunda geceledik. Sabah son kalan yemeği de gözlerimiz dala dala yedikten sonra yola çıkmaya hazırdık yine. Gölge yele, yelelerini sallayarak böğrüne bağlanmış bir keseyi işaret etti bana. İçini açtığım da Gölgeyelenin teri ile pişmiş bir kaç dilim pastırma buldum. Öğğğğ çok iğğraaaanç demeden önce düşünün,öyle teflon tavadır düdüklü tenceredir yok hatta ocak yok anasını satim. Öyle markete gidip şahinler sucuk ve pastırmalarından alıp afiyetle yiyemiyorsunuz. Yine de bu pastırmayı zor zamanlarım için saklayarak yoluma devam ettim.
3. günün şafağında bu bereketli topraklara, yerleşik hayata geçmiş ve medeniyet kurmaya yüz tutmuş topluluğun yaşadığı diyarlara varmıştık. İnsanlar gruplar halinde iş başı yapmışlardı, kimisi hayvanları otlatıyor kimi tarlaları sürüyor ve ekiyor, bazıları da derme çatma da olsa evler inşa ediyorlardı. Herkes kendi yeteneğine göre bir işin ucundan tutmuştu, yüzümde yavşak bir sırıtma ile, Gölgeyelenin yularından tutmuş yürüyordum.
Yalnız tuhaf bir durum vardı hiç kimse beni iplemiyordu. Gölgeyele normalde her girdiği ortamda dudak ısırtırken bu garip halkın hiç mi hiç ilgisini çekmiyordu. Cebimden altın kesemi çıkartıp şıngır şıngır salladım ve olanca sesimle bağırdım " Ey güzel insanlar! Ödeyecek param var, bana ve dostum gölgeyeleye bir kap yemek bir göz oda vereniniz yok mudur!"
Bu seslenişime, uzun boylu iri yarı bir genç kız gür bir sesle karşılık verdi " Paran burada geçmez hanım abla!" diye haykırdı benden tarafa doğru. "Bizim topraklarımızda para kullanılmaz, başka nelerin var?"
" Bir canım var o da benim olsun" diye cevapladım bu sorusunu. Alaycı bir gülüşle bana baktı ve yere bıraktığı çamaşır sepetini geri alarak işine geri döndü. Sinirli sinirli Gölgeyele'ye dönüp "Kimse sklemiyor oğlum bizi burada, acımdan öleceğim uykusuzum geri dönsek bizi suya yatırırlar" diye çemkirdim. Tam bu esnada yanımda birden sıska bir çocuk beliriverdi. "Buralarda iş yapmazsan barınamazsın, biz parayla değil sadece üreterek yaşıyoruz" dedi ve elimdeki para kesesini işaret etti. "Bunlar çöp burada be teyze, atın da güzelmiş ama biz burada evcil hayvan besleyemeyiz"
Yetkili bir kişi ile görüşmek istediğimi söyleyerek ayak diremeye devam ettim. Ben de alnımın teri ile çalışıp, çalıştığım kadar karnımı doyurup yaşamak istiyordum. Bu kararlı tavrım çocuğu etkilemişti, beni topluluklarının bilge kişisi ile tanıştırmaya ikna oldu. Gölgeyelenin ise götü başı ayrı oynuyordu, hayvancağız her zaman pamuklar gibi bakılmaya her gün düzenli tımarlanmaya ve dengeli beslenmeye alışıktı. Bu macera onu çok sarsmıştı.
Bilgeler bilgesi beni sevgi ile karşıladı. Başımdan geçenleri ona da anlattım. Kendi kabilemi terkedip daha medeni topraklarda yaşamak istediğimi ve burada yaşamama izin verilmesini talep ettim. Mutlaka bir işlerine yarardım burada. Bilge kişi, uzman bir halkla ilişkiler sorumlusu gibi beni resmen mülakata aldı. Hobilerim arasında astronomi olduğunu söyleyince direk bu topluluğun gökyüzünü gözlemleyen kişileri ile çalışmak üzere beni işe aldı. Güzel haberleri vermek için güle oynaya Gölgeyeleyi bulmak için dışarı çıktım fakat Gölgeyele ortalıkta görünmüyordu. Beni buraya getiren çocuğu bulup atımın nerede olduğunu sordum. "Sen içeri girer girmez kaçtı senin at " dedi gülerek. "Nasıl kaçtı yaa Gölgeleye benim dostumdur, beni bırakıp gitmez" diye isyan ederek hüngür hüngür ağlamaya başladım. Demek gölgeyele ile dostluğum buraya kadardı, kahpelik yapmıştı bana. Bütün gece onunla yaşadığımız güzel anıları düşünüp efkarlandım.
Ertesi sabah diğer insanlarla birlikte tarlaya çalışmaya gittim. Çok büyük bir kütüphane kurduklarını, kimya geometri, felsefe, tıp ve astronomi alanlarında pek çok çalışmalar yaptıklarını anlattılar, beraber mutluluk içinde çalışıp hava kararmaya başlayınca işimizi bitirdik. Hareketsizlikten hamlamış olan kaslarım da bu fiziksel tempoya alışacaktı elbet, akşam ise gökyüzünü gözleyip yıldızların haritasını çıkartmaya devam ettik. Güneşin ve diğer yıldızların dünyanın etrafında dönerek hareket ettiğini söyleyenlere karşılık olarak bilge kişi aslında Güneşin merkez olduğunu söylüyordu. Galiba Kopernikten önce bazı şeyleri biz bulmaya yüz tutmuştuk, heyecanlı ve tez canlıydık.
Tam bu sırada bir gürültü ve nal sesleri ile hepimiz neye uğradığımızı şaşırdık, 500e yakın atlı bir anda dört nala topraklarımıza girdi ve her şeyi talan etmeye başladı. Kütüphanenin olduğu yerde ise dev bir yangın çıkmıştı bense yere oturmuş "Yapmayın ulan yapmayın ipneleeer" diye haykırıyordum. Bu esnada Gölgeyelenin bana doğru koştuğunu gördüm, sadık dostum demek ki beni aslında unutmamıştı ve kurtarmaya gelmişti. Gölgeyelenin sırtında arkamda yanan ve yağmalanan bu güzel diyarı bırakıp kaçmaya başladım. 8 gün önce terkettiğim kendi kabileme vardığım anda bayılmışım. Gözlerimi araladığım zaman ağzımdan bir şeyin sallandığını ve babamın dev adımlarla koşarak yanıma geldiğini gördüm, "Şu haline bak bu kadar yaralanmışsın ama hala pastırma yiyorsun be kızım" diyerek beni kucakladı ve çadırıma götürdü.

16 Mayıs 2014 Cuma

Merhaba Dünyalı

Depresyondaydım. Serdar Ortaç'ın "hayaat beni neden yoruyosuuuun" şarkısını şimdi daha net anlıyordum. Günlerce evden çıkmamış, yemeksepetinden sipariş vererek kendi bokumun içinde yatıyordum. Siparişe not olarak  "abi gelirken marketten de bi paket sigara kapın" diye not düşüyordum sağolsunlar beni kırmıyor ve sigaramı da alıp getiriyorlardı yemek siparişimi. Bazen kendimi koltuktan kaldıramıyor yere olanca gücümle bırakıyordum naçiz vücudumu. Bir saat boyunca yerde sürünerek mutfağa gidip 5 litrelik suyu kafama dikiyor, sular suratımdan süzülürken geri sürünerek gidip yosun tutmuş koltuğuma yatıyordum. Kendimi izdivaç izleyerek kırbaçlıyor ve bu Cizvit hayatına tam gaz devam ediyordum.

Yine bir yemek siparişi vermiş beklerken, kapı beklediğimden 15 dakika önce çaldı. Kapıyı açtım ve her asosyal birey gibi karşımdakinin suratına bakmadan "borcum ne kadar" diye sordum. Cevap gelmedi.
Karşımdakinin yüzüne doğru ürkek ürkek baktım ve gördüğüm karşısında geriye kalan 2 gram beynim de kendini imha edince çığlık çığlığa bağırmaya başladım. Karşımda minik kafalı, cart pembe renkli burunsuz ve koca götlü bir oluşum duruyordu, üzerinde ise pasaklı bir bornoz vardı. Evet, evde kalmaktan artık psikotik bir hal almıştım, bu oluşum gerçek değildi ve acilen en yakın psikiyatri kliniğine gitmem gerekiyordu.

Gerçeklik algım bana oyun oynuyordu, bu depresyon işi artık çığrından çıkmıştı.
İçeri bu sefer sürünmeden gittim ve dumur olmuş bir şekilde koltuğa oturdum. Televizyonda izdivaç devam ediyordu, Azeri Nurcan 34. talibi ile görüşüyordu. Şimdilik her şey normaldi. Derin nefesler alarak biraz sakinleşmeye çalışırken tiz bir ses duydum " özür dilerim ama tuvaletinizi kullanabilir miyim" diye soruyordu bu ses. Tamam katatoni, görsel ve işitsel halüsinasyonlar. " Altıma işiyciğim lütfen girebilir miyim" diye sordu kapıdaki tekrar. Nasıl bu kadar gerçek olabilirdi bu durum? "Gir madem" dedim ve koltuğa yapıştım. Koca götünü devire devire salondan, önümden geçerken gülümseyen mahçup gözlerle bana baktı. "ilerde solda" dedim.

Bir anda kulakları sağır eden bir patlama sesi geldi. Tuvaletin kapısının altından pembe dumanlar yükselmeye başlamış, ve evdeki bok kokusunun yerini adeta bir bahar kokusu almıştı. Noluyor lan derken kapıyı kibarca açtı gizemli misafirim. " ses için özür diliyciğim, çok uzun zamandır yoldaydım hacetimi gideremedimdi" dedi.
"Abi" dedim "Kafamın içinde yarattığım tipe bak. Nasıl bir tipsin sen yahu" " Teni daha da pembeleşerek cevap verdi " Ben dünyalı değilim. Ben Mars'ın uydusunda yaşayıyorum. Merhaba dünyalı, ben dostum" dedi ve elini uzattı. Bu klişe sahneyi bana yaşatan beynime sıçayım diye düşündüm. "Hangi uydu oğlum. Marsta hayat yok ki anasını satim uydusunda olsun. Olsa bulmuşlardı şimdiye kadar" diye ona inanmadığımı belirttim.
"Bir dakika bir dakika şimdi açıkliyciğim" dedi. Sonra elleriyle koltuğu işaret ederek " oturabilir miyim" diye sordu.

Tatlı bir sohbete başlamıştık. Her fırsatta onun benim zihnimin bir ürünü olduğunu, fakat delirdiğime inanamadığımı, inkar ettiğimi, o sebeple konuşmayı sürdürdüğümü söylüyordum. Marsın sadece 2 uydusu değil bilinmeyen bir uydusu daha olduğunu, orada herkesin pembe ve kibar olduğunu; havasını suyunu, taşını toprağını anlatıp duruyordu. " Biz dünyayı çok seviyoruz. Fakat siz bizi sevmezseniz çok üzüliciğiz" dedi içli içli. "Yahu neden böyle Kuşum Aydın gibi konuşuyorsun. Kibar mı olunuyor öyle" diyerek üzerine gitmeye devam ettim. "Öyle deme rica ediciğim, insanları tanımak için geldim kalbimi kırma" dedi küçük kafasını sallayarak. "Şu üzerindeki bornoz nedir allasen. Hiç yakışıyor mu bu sikik bornoz senin üzerine" dedim.

Dışarı çıkarsak linç veya tecavüz edebilirler diye düşünerek odamdan bir kıyafet seçmesi için beraber odama gittik. Onun koca götüne uygun bir pantül bulamadığımızdan ne giyse olmuyordu. Zaten hiç bir şeyi de modaya uygun bulmuyor beğenmiyordu. Onun bu müşkülpesent hali iyiden iyiye sinir etmeye başlamıştı beni. Sonunda bir taytı esnete esnete giyebilmeyi başardı ve üzerine Çınar'ın bizde bulunan kırmızı bir tişörtünü giydi. "Benim gerçek olduğuma inanmıyorsun ama ben gerçeğim beyefendi" dedi bana. Sonra memleketindeki dağlardan, denize paralel olan ormanlardan bahsetmeye devam etti.

Gerçek olduğunu ispatlamam gerekiyordu çünkü bu olayı gidip bir psikiyatri kliniğinde anlatmak biraz enayilik olurdu, bir kaç kişi de onu görürse bu inanılmaz ve mucizevi bir olay demekti. Bana neden beyefendi dediğini de çok sorgulamak istemeden telefonu elime alıp Anıl'ı aradım. Açmadı. Sonra Elif'i ve Çınarı aradım çalmadan açtılar ve gelmek için yola koyuldular. Ben telefon görüşmelerimi yaparken o da eve meraklı gözlerle bakıp kabalık olmasın diye yerinden kıpırdayamıyordu. "Rahat ol lan, kendi evinmiş gibi takıl" diye cesaretlendirdim onu. Sonra Anıl'ı tekrar aradım bu sefer açtı " Abi çabuk uyanıyorsun, işini gücünü oyununu her boku bırakıp bize geliyorsun. Hatta Selin'e de söyle o da gelsin" diyerek onun konuşmasına fırsat vermeden telefonu kapattım. Birden aklıma daha pratik bir çözüm geldi ve skypeı açıp Minnak'ı aradım. Bu esnada Götlü, evin içinde dolaşıyordu. "Ya pardon adın neydi yoksa sana Götlü diye hitap edeceğim ayıp olmazsa" dedim. Yüzünde güller açarak bana döndü " O zaman benim adım da Götlü olsun " dedi. Onun bu aşırı kibarlığı taşlaşmış kalbimi bir anda eritmişti, " Ah kuzuuum, Götlü der miyim ben sana nedir söyle gerçek adınla hitap edeyim" dedim. "Ah teessüf ediciğim, istediğinizi söyleyebilirsiniz. Ama madem merak ettiniz adım Tanka" dedi. Sonra bir anda Minnak'ı aradığımı hatırladım ve laptopın ekranına döndüm "Elifçiim kusura bakma çok çok önemli bir hadise oldu, aklım başımdan gitti" dedim. Götlü'nün kafası da ekranda yanımda belirmişti. Fakat son konuşmalara zaten şahit olmuş olan Minnak ekran karşısında kalakalmış error vermişti. "Hasiktir o ney laan" diye bir feryat koptu Minnaktan. "Abii görüyor musun ha görüyor musun Götlüyü" diye heyecanla bağırdım. Tam o esnada kapı çaldı. "Ben bakıciiiiiim" diyerek ceylan gibi seke seke kapıyı açmaya gitti Götlü.

Bundan sonraki bir saat şaşkınlık, ayılıp bayılmalar, inkar etmeler ve sonunda büyük bir kabullenme ile geçti. Deli olmamanın verdiği rahatlık ile ortada koşturup duruyordum, Minnaktan sonra Yiğite de skypedan göstermiştik bizim Götlüyü, bir genetik mühendisi olarak yorumlarını almak istemiştik fakat Yiğit "akbilini götlüye bağışlayacağını" söyleyerek daha mühim bir sorunu çözmüştü. "kih kih kih çok teşekkür ediciğiim" diyerek kucaktan kucağa gezen yeni dostumuz bize hayatımızın en inanılmaz gününü bahşediyordu. Çınar iş bulamazsa şantiyede iş imkanı sunabileceğini söylüyordu fakat uzun süren bir tartışmadan sonra Götlünün namusu bizim de namusumuz kabul ettiğimiz için bu karardan vaz geçtik. "Enikonu düşünmek lazım Götlüyle napacağımızı" dedi Çınar. Elif ise sigarasından bir nefes alıp " Abii, bunun namusunu koruduk diyelim bizimkini kim koruyacak mna koyim" diyerek güzel bir konuya parmak bastı. Anıl " Benimle yaşasın da Çağla her sabah Burhan Çaçanla uyandırır Götlüyü. Yoksa sorun olmaz gelsin. " diyerek çorbada onun da bir tuzu olmasını istediğini belirtti. Enikonu tartışmıştık olayı ve Selinin evinde kalmasına karar vermiştik derken Götlü birden bize döndü ve " Sevgili dostlarım, ben zaten dünyada kalamiyciğim" dedi. " 50 yılda bir, aramızdan bir gönüllüyü dünyanın bir yerine gönderiyoruz ve kalabilme süremiz sadece 10 saat olicik. Ben gidiyorum sizleri çok sevdim, Götlünüzü sakın unutmayın" dedi ve bir anda buhar olup uçtu sanki.

Hepimiz kalakalmıştık. Nasıl da bağlanmıştık ona hemen. Gözyaşlarımız sel gibi akıyordu arkasından. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi değildi artık, o iyiliği yüce gönüllülüğü ile bizi utandırmış ve sonra uçup gitmişti. Belki 50 sene sonra yine o seçilir, tercihini bizden yana kullanırdı bilemiyorduk. Efkarlanmıştık, bir rakı masası kurup sabaha kadar Götlümüzün arkasından ah çekip şerefine içtik.




1 Mayıs 2014 Perşembe

Ben ve robotum

Günlerden pazartesi. Gözlerimi açtığımda bebek mavisi bir çift göz ve en sevdiğim şarkı ile uyandırıldım. "kalk bakalım koca bebek" diyerek bir fincan kahveyi burnuma doğru uzattı sevgili robotum. Onun o pürüzsüz gri yüzüne baktıkça geri uyuyasım geliyordu ama bu kibarlığa mani olamazdım. Jetgiller çizgi filmindeki robot Rosie bile bu kadar sevimli değildi.
Üniforma kıvamına gelmiş olan kıyafetleri sırtıma geçirip evden çıkarken canımdan bir can robot ise odamı toplamaya başlamıştı bile. Ben işe gidince ne yapıyor çok merak ediyordum bazen, popular science okuyup Carl Sagan'ın eski Kozmos serisini izlediğini, geldiğim zaman bana anlatacak bir çok eğlenceli ve değişik bilgilerle kendini donattığını biliyordum. Sırf beni eğlendirmek için higgs bozonunu tam olarak öğrenmiş ve bana anlatmıştı benim cici robotum. Onun sayesinde frontal lobumun kısıtlılığına rağmen yeni bir şey öğrenebilmiştim. Bazen geceleri mum ışığında bana obeb okek anlatıyordu, alese gireceğim için sert bir baş öğretmen edası ile " hala dexter, hala game of thrones. Acaba sınavda sana bunları mı soracaklar" diye tatlı sert eleştiriyordu beni.
Çalıştığım yerde boş vakitlerimde internette tavla oynadığımı öğrenince, en son ona yüklenen budaklı odun özelliğini aktive edip, kafama budaklı odunla bir kere vurduktan sonra, artık boş vakitlerimi kitap okuyarak değerlendirmeye başlamıştım. Fakat sanki göğsüme bir fil oturmuştu, okuyamıyor odaklanamıyordum artık. Robotumdan gizli internette poker oynamaya başladım bu sefer. Bunu farketmesine imkan yoktu.
Ses çıkmamasına itina göstererek anahtarla kapıyı açtım. Aslında anahtar kullanımı 120 sene evvel yasaklanmıştı artık göz tarama aygıtı ile evlere giriliyordu fakat ben hala cebren ve hile ile anahtar kullanıyordum. Salona geldiğimde robotum bacak bacak üstüne atmış ve sitemkar bir yüz ifadesi ile beni karşıladı. Noldu lan yine niye trip atıyorsun diye sormamla, masanın üzerine kahverengi bir zarfı fırlatması bir oldu. "Bunlar ne çabuk bir açıklama istiyorum senden" diye çemkirdi bana. Zarfın içinde geçen gün arkadaşlarla okey oynarken çekilmiş bazı fotoğraflarım yer alıyordu. Bir tanesinde alnıma okeyi yapıştırmış, ağzımı ayırmış gülüyordum. "feyk bunlar. artık iyice çamurlaştın" diyerek olduğum yerde sindim. Sesinin volümünü 100 e getirerek " hasiktir lan ordan, feykmiş. Yrramı feyk" diye bağırdı bana. Sonra da önüme Stephen Hawking'ten "Zamanın kısa tarihi"ni koyarak " otur şunu okumaya başla, bu akşam da beraber işçi problemlerine çalışacağız" dedi ve beni orada göt gibi bırakarak tuvalete sıçmaya gitti.
Hayallerini kurduğum arkadaşlık, robot sevdası bir anda kabusa dönmüştü. Budaklı odunu belime yeme korkusu ile yerimden milim kıpırdayamıyordum. Bu nasıl sevgi, bu nasıl aşktı? Ben insanların okumadığını, öğrenmediğini eleştirip bu robota evimi açmış, onunla entelektüel bir hayata adım atmak istemiştim. Fakat karşılığında hakaret, küfür ve dayaktan başka bir şeyle karşılaşmamıştım. Evet bana katkıları çok olmuştu ama aşkımız artık buraya kadardı.
Onun sıçmasını fırsat bilerek telefonuma davrandım. Yardım etmesi için önce Çınarı, sonra Elifi aradım. İkisi de her şeylerinden feragat ederek yola koyuldular. Sonra Anıl'ı aradım açmadı. Kendi kendime "uyuyordüüüüm" diyerek kıskıs güldüm. Anılın o esnada uyanıp kalkıp Tarabyadan bahçelievlere gelmesi ve robotu haklarken bize yardım etmesi namümkündü. Bir de önce sıçmak isterdi. O sebeple Elif ve Çınarı dört gözle beklemeye koyuldum.
Bu esnada Robotum tuvaletten çıkmış bana brokoli, enginar ve pırasa haşlıyordu. "Sağlıklı bir beden için haftada iki kez balık, neredeyse her gün sebze yenmelidir" diyordu bi yandan da o metalik sesi ile. "he yaa he he" diye kendi kendime fısıldayarak kitabı okuyormuş gibi yapmaya devam ettim.
Saatler geçiyor Elif ve Çınar ortalıkta görünmüyordu. Bu esnada kitabı da bir hayli okumuştum, fotonlar, görelilik kuramları, ışık hızı, büyük patlama derken kafamı kitaptan kaldırdığımda yine bir çift mavi göz ile karşılaştım. Bu sefer şefkatle bana bakıyordu robotum. " Sana ettiğim küfürler için özür dilerim, ense bölgemdeki devrelerin arasına seni dövdüğüm odundan bir dal sıkışmış, onu çıkartınca her şeyi anladım" dedi ve birbirimize sarıldık. Zır zır ağlıyordum. "ben seni döğdürmek için arkadaşlarımı çağırdım gelip şimdi senin ağzını burnunu kıracaklar" diye hıçkırıyordum.
Bu esnada Çınar ve Elif kapıyı kırarak içeri girdiler. Kırılan kapı, insanlık olarak geldiğimiz teknolojik noktanın bir getirisi olarak, kendiliğinden geri yerine oturuverdi.  Ben " oh yooooo" diye bağırırken ellerindeki levyelerle robotumun ağzını burnunu dağıtmaya başladılar. Robotun mavi gözleri yanıp yanıp sönüyordu " ipneleer" diye feryat figan bağırıyordu. Demek bana yalan söylemişti, demek dal sıkışmamıştı bu robot küfürbazın arsızın tekiydi. "Vurun kahpeye" diye bağırdığım o esnada robot kendini imha moduna geçerek büyük bir gürültü ile patladı. Onun patlaması ile üçümüzün kafasına konfetiler yağmaya başladı. Ağlamak ve sevinmek arasında gidip geliyordum. Derken kapı alacaklı gibi çalmaya başladı. Açtığımızda karşımızda koltuğunun altında okey ıstakaları ve elinde dondurulmuş gıdalardan ve patsosislerden oluşan koca poşetler ile Yiğit beliriverdi. Gözlerini robota dikerek ince ve içli bir sesle " Gitti canım roooooobot aaabiiii" dedi ve içeri girdi.

25 Mart 2014 Salı

Dev utançlar

Ben önlüğümü seven bir çocuktum. Masmavi önlüğümü giyerdim, tebessüm eder okuluma giderdim. Yakalarım her zaman temiz ve ütülü olurdu. Zaten bütün derslerim de beşti bana inek derlerdi o zamanlar. Küçük bir pislik, öğretmenimin kuzusu idim. Ortaokula başladığım zaman iğrenç bir üniforma giymek zorunda kalmıştım. Cart sarı bir gömlek iğrenç bir yelek ve bir emmi ceketi giyiyordum artık. O şekilde sınıftan beni alıp kıraathaneye koysalar, kimse yadırgamazdı, okeyi alnıma yapıştırır zift gibi çayımı içerdim. Sevmiyordum üniformayı önlük daha güzeldi aklımı karıştırmıyordu. 
Orta sonlardan bir kız, daha ilk üniforma günümde yanıma gelip " Şimdi sen bu üniformayı giydin de kendini bi halt mı sanıyorsun. Ne oldu çok mu büyüdün inek" demişti. Bizim sınıftan Sümüklü Tuba'nın ablasıydı. Çok korkardım o kızdan. En yakın arkadaşım merzide ile de çok uğraşırdı. Bana böyle kaba sözler söyleyince kalakalmış ve çaresizce onun yüzüne bakmıştım. O da kahkahalar atarak uzaklaşmıştı. Küçük emrahın validesinin alnına kara leke sürüldüğünde bile emrah bu denli üzülmemiştir bence. 
Orta okulun başlaması ile birbirinden pislik bir sürü oğlanla da tanışmak zorunda kalmıştım. Bi keresinde bizim sınıfta bir kız eğilmişti ve Mert dye bir çocuk arkasına geçip çat çat diye dayamıştı kıza. Kız da ağlayarak kaçmıştı sınıftan. Sonra başka bir gün de teneffüste bir kızın eteği açıldı diye okuldaki oğlanlar yine ağızlarına dolamıştı bu olayı. Zaman geçiyor ben ise sınıftaki, okuldaki erkek arkadaşlarımın beyinsizliğini sürekli olarak tasdik ediyordum. Yakın arkadaşlarım ile arada bir erkekleri dövdüğümüz de oluyordu. Resmen mavi önlüklü bir inekten, azılı bir sokaklar itine dönmüştüm. 4 aldığı zaman ağlayan o gıcık çocuklardandım ben. Bir üniforma neler etmişti bana öyle. 
Adım okuldaki onur öğrencileri listesinde, birinci sıralardan 4. sıralara gerilemişti. Üzerimde devasa ceketim, pis bakışlarım ile bahçede neskuik içiyordum. Birincilik için savaşmaktansa erkek fatma olmaya karar vermiştim. Orta sonlarda benden hoşlanan fakat korkan bir arkadaşım sonradan anlattı, "oğlum bu kız seni döver, sakın bişey belli etme" demişler ona. 
Bu sıralarda yazın sokakta futbol maçı yaptığım, aynı apartmandan bir çocuk ile asansörde kalmıştım. Yaşadığım o gerilimi sanırım uzun süre unutamadım. Ve asansörde kaldığımızı bilen arkadaşlarımız bizi gelip uzun süre kurtarmamıştı. Nefret ettiğim ve futbol oynarken tekme içinde bıraktığım çocuk ile kapalı kalınca " bunlar şerefsiz be orhan. Baksana bizi kurtarmıyorlar" deyip sonraki on dakika boyunca sürekli susmuştum. Sonra da hapisten çıkmış katiller gibi bizi kurtarmayan arkadaşlara doğru koşup, oynadıkları topu alıp alıp kafalarına atmış, sonra da onlarla ebediyen küsmüştüm. 
Kıraathane okul üniformam bende black spiderman etkisi yapmıştı adeta. Sokaklar itliğim lise sonuna kadar kendini muhafaza etmeye devam etti. Tabi o kadar düz bir çerçevede değildi. Lisedeyken okulda kendini bi bok sanan üst sınıflardan bi çocuk vardı. Bir gün okuldan kaçmaya çalışıyordu, okulun çevresini saran, ucu sivri demirlerden atlayarak. Biz de onun kaçışını izliyorduk. Derken demirlerden biri, pantolonun tam ortasına girdi ve orada çaresizce asılı kaldı. Kahkalarla gülerek ve yardım etmeden oradan uzaklaşırken aklıma yıllar sonra sümüklü Tubanın ablası geldi yine. Demek olay bundan ibaretti. Gülmeye devam ederek oradan uzaklaştım.

12 Mart 2014 Çarşamba

Çok özür dilerim

Bu sabah Berkin Elvan'ın ölüm haberini alınca, kendimi tutamadım ve ağlamaya başladım. Sonra yine hıncımı alamadım twittera bişeyler yazdım. Öyle geçmeyen bir hüzün ve kızgınlık ki ne yapsam kime ne desem geçmiyor bi türlü. Bünyemden atamıyorum şu korkunç hissi.

Ekmek almaya gitmiş veya gitmemiş, ne fark eder. Ah be yavrum, erimiş gitmişsin 269 günde. 16 kiloya düşmüş, direnmiş ama olmadı işte. İnsanın içini acıtıyor, fakat kendimi suçlu hissediyorum sanki elimden bir şey geliyor da onu yapacağım ve bu suçluluk duygum geçecek gibi. Ama onun ne olduğunu bilmiyorum. Geri gelmeyecek tabi ki Berkin, ve ölen diğer genç insanlar. Hayatlarını verdiler. Bundan önemli ne olabilir ki?

Benim büyük veya küçük kardeşim yok, birini kardeş gibi sevmek nasıl oluyor pek bilmiyorum. Sadece tahmin ediyorum. Sanki öyle bir his yarattı bende, gencecik yaşında kardeşim polisin attığı gaz fişeği ile başından vuruldu ve 270 gün komada kaldı, sonra öldü sanki.

Yok, olmuyor geçmiyor bu his. Geçmesi için çok büyük olayların olması lazım. Katillerinin de ettiklerini bulması lazım. Umarım başka kardeşlerimizi de kaybetmeyiz ve içimiz yanmaz artık böyle.

Kalbimde olacaksın, ben hiç unutmayacağım seni. Başka ne denilebilir ki. Ne desem sanki saygısızlık gibi artık şu noktadan sonra. Borçluyuz biz artık sana.




1 Şubat 2014 Cumartesi

Açlığa da hiç tahammül edemem


Elif ile mutluluktan ağlıyorduk. Biz açlıkla terbiye edilemeyenlerdendik.

Şu şarkı çalıyor kafamda bugünden sonra ;




Sabahleyin erkenden fırladım yataktan. Gözlerim açılmak istemiyordu ama midem hiç öyle demiyordu. O gayet açılmıştı, hazır ve nazırdı. Elif ise metrobüste midesi bulanmasın diye bir dilim ekmek yemişti. Hamarat yarimiz Duygu ise bize bir şölen vadediyordu, ırak diyarlarda, Beylikdüzünde yaşıyordu ama geceden bize attığı ve kendi elcağzı ile yaptığı kısır, patates salatası, alman pastası ve kurabiye fotoğrafları ile midemizin kalp şekline dönüşmesine yol açmıştı.
Elif ile gece Duyguya evlenme teklifleri yağdırdık. Sahiden o neredeydi şunca zaman? Kafamıza sıçayım.
Sabahleyin Elif çiçeği bense çikolatayı kapmıştık, onu istemeye gidiyorduk adeta. Fakat Elif yüzüğü bense arka fonda çalacağım flütü evde unutmuştum. Memoliyi çalacaktım serenat yapacaktık. Kısır ile alman pastası ile besleneceğim için seri bir şekilde yürüyordum metrobüse. Elifle başta birbirimizi bulamadık ama olsun.

Metrobüsten indik, Beyliiz ya da adı onun gibi bişey olan bir alışveriş merkezinin önünde, solumuzda mezarlık sağımızda beyliiz koşa koşa taksi aradık. Hava da bok gibi soğuk, karnımız zil çalıyor elimizde çikolata çiçek en sonunda bulduk bi taksi.

Sonra ulaştık Beylikdüzüne, bir kral sofrası ile karşı karşıyaydık. Duygu bir yandan milföy ile börek hazırlarken bir yandan da muhabbete koyulduk. Fakat Elif ve ben öyle açtık ki Duygunun anlattıklarına yarım ağız gülüyor, içerdeki kısırın hayali ile kavruluyorduk. En sonunda Elif "lan yeter daha ne kadar yapacaksın o börekten. Acıktık mna koyim" diyerek tercüme etti hislerimizi. Hahahaha

Duygunun gözlerinin içi pırıl pırıl, bir şeyler anlatıyor iken, küçük emrah modunda bir bekleyiş içine girdik. İçimde bir mutluluk, midemde bir gurultu ile mutfakta oturuyordum.


Sonunda masaya geçmiştik ve ben yaklaşık 3 tabak kısır yedim. Bir yandan gözlerimin feri yerine gelirken bittikçe dolduruyordum tabağa. Bir patates salatasına abanıyordum bir kısıra. Bir börek sokuyordum ağzıma bir kısır. Kısır ama. Aşk nedir diye romantik bir soru sorulursa bana ilerde şayet, Duygu'nun yaptığı kısırdır diyeceğim sanırım.

Bir yanda güzel yemekler bir yanda tatlı tatlı muhabbet, üç avrat çok mesuttuk. Bir ara Elif sandalyeden sağa doğru kaydı düşmek üzereyken son anda tutundu bir yerlere ağzımızı ayıra ayıra güldük ayı gibi.

Derken türk kahvesi patlattık, yanında getirdiğimiz çikolata başladık yine muhabbete. Muhabbet konumuz, "her şerde bir hayır vardır" idi. Haminneler elimize su dökemezdi artık. İlk kez bir arkadaşımın evinde kısır ve günlerde yenilen diğer yemekleri yiyordum. Kekremsi kokan kahverengi diz altı çoraplarımız eksikti bir tek. Fakat halimden çok memnundum, yanaklarımda sağlıklı bir pembelik, elimde kahvem sigaram, çipil çipil gözlerle dinliyordum anlatılanları. Arada ben de bazı düşüncelerimi paylaşıyordum. Fakat bana dünyaları verseler o an istemezdim. Yediğin kısırları geri ver mi yoksa sana 500 milyar mı, yok derim kısır. Yok lan anında geri veririm o kısırları. 500 milyar lan sonuçta. hahahaha

Bu da bu günkü hanımkız etkinliğimizden bir kare,

Duygu ile tanıştığıma da pek memnunum, baki olsun, hoş olsun, bol muhabbetli olsun.



17 Ocak 2014 Cuma

Pot kırmak güzeldir

Uzun zamandır bişey yazmıyordum. Yeterince absürt bir olay gözlemleyemedim sanırım. Ama olsun dünya fani. Yazmak lazım bir şeyler. Ne alakaysa artık neyse hehehe

Blogger'a girdim gireli sadece duyduğum, gözlemlediğim ve birebir deneyimlediğim abuk sabuk olayları yazmaya çalıştım durdum. Fakat bir arkadaş edindim kendime ve bir işe yaradığını gördüm yazdıklarımın. Kızcağız bir "minnak" kelimesini kullandı diye minnak aşağı minnak yukarı. Yavru ceylanıma kusarcasına minnak demeye başladım. Bıkmadan usanmadan. Bi de bebe ruhi var çok severim ben onu. Yani birisine bebe ruhi demeyi. Sidikli Turan da varmış o da güzel. Bunları sana demeyeceğim sevgili minnakcım merak etme. hehehe

Hehehe diye de niye gülüyorsam dede gibi.

Pot kırmaktan bahsedecektim aslında bu yazımda. Avukat bir arkadaşım, yakınen tanıdığı (galiba aile dostlarıymış) bir savcıya whatsapptan işle ilgili bir şeyler yazmış. O sırada çok hastaymış kız ve savcı amca da bunu bilmediğinden şunu yap bunu yap, bilmemne evrağı al mutlaka bu gün diye yazmış birşeyler. Kız da şöyle yazmış cevaben " X bey, çok hastayım bu gün yapamayacağım. Başımı yaraktan kaldıramıyorum" yazmış ve göndermiş. Ya t aktan yazmak istemiş lakin olmamış.Sonra farkedince avaz avaz bağırası gelmiş "HAAAAYIIIIRRRR" diye R ve T yanyana kız napsın. Adam da ölüm sessizliğine bürünerek karşılık vermiş. Çok acaip ya. Hahahah

Benim hayatımda gördüğüm en güzel pot babanneme aittir.

Bir bayram günü babannemdeydik. Amcamlar halamlar 7 ceddimiz kuşak kuşak oradaydık. Televizyon açıktı, şu reklam çıktı :


Babannem de pek anlamayarak " hey gidi günler...bizim zamanımızda sürekli satılırdı bunlar. İçine leblebi atar yerdik" deyiverdi. Herkes sessizce birbirine baktı, sonra da halamlar filan içeri kaçıp hihihi diye gülmeye başladılar. Babannem de garibim anlam veremedi olanlara. Ama bir numaradır bu. Anneannemin de çok vardır bu tip hadiseleri. Fakat en güzellerinden biri de yazlıkta yaşandı.

Bir kadınlar matinesi mevcuttu evde.  Evde anneannem, anneannemin annesi, elifin annesi ,benim annem vardık. Anneler FEAT Elif+ben. Bi de duygu vardı sanırım. Bizim akrabalarımızdan biri bir hristiyan ile evleniyordu. Evlenen kızın muhabbeti açıldı fakat büyük anneannem bu durumdan bihaberdi. Elif'in annesi de " herşey iyi güzel de. BİR DE MÜSLÜMAN OLSAA" deyiverdi. Sesi resmen oturma odasında çın çın etti. Büyük anneannem cin gibi gözleri ile felfecir okuyarak " müslüman değil miymiş GII" diye sordu. Sonra bir kaos yaşandı her kafadan bir ses çıktı olay kaynadı gitti. Ama büyük pottu bu da. HAHAHA :D Elifle ben de kahve yapıyorduk kanımız çekildi birdenbire. Büyük anneannem de nurlar içinde yatsın rahmetli.

O gün ama inanılmazdı. Annelerimiz kendilerini övme konusunda birer dünya markası haline geldiler. Elif'in annesi Huriye teyze" ben florya yeşilköy kültürü ile büyüdüm" diyor, annem " bu ev çok küçük... bizim floryadaki evimiz bunun 4 misli" diye söze giriyor, anneannem oradan "ben gençliğimde çok canlar yaktım "diyerek lafı balla kesiyordu. Ha bir de söylemeyi unutmuşum, ortamda Huriye teyzenin çok kıymetli dostu Aynur teyze vardı. O da kendi çapında şiirler yazan biraz acaip bir kadındı. Konuşmanın ortasında " Şiirlerim şarkı yapılacak, onu bekliyorum ben de" diye o da atlayıp kendini övdükten sonra, Elifle beraber kendimizi dışarı atmaktan başka bir şey yapamadıydık. :D


Bu gün bi haminnelik var bende ama hadi bakalım hayırlısı. Mukadderat.