27 Aralık 2010 Pazartesi

İki taciz vakası

Hülyalı bir biçimde evimin yolunu tuttuğum iki farklı akşamı anlatmak zorundayım. Herkesin tacize uğrama fobisi vardır diye düşünüyorum neyse ki ben böyle bir şeyi deneyimlemedim. Hayallerini kurduğum tek vuruşla tacizciyi yere serme olayını yapamayacağımı bildiğimden iyi ki gelmedi bu başıma. Çantamla filan vururdum maksimum. Asla yaratıcı olamazdım. Ama yaratıcı olanlar var,hem de efsanevi bir biçimde.
İlk olay bundan 2 sene önce Bakırköy'de otururken gözlemlediğim bir olay, eve yaklaşmıştım, motosikletli bir adam yolda yürümekte olan bir kadının poposunu avuçladı ve bu işlemden sonra manevra yaparak kaçmaya çalışırken motoruyla beraber devrildi. Tacize uğrayan kadın ana bacı küfürler savurarak düşen tacizciye doğru koştu ve çantasıyla ağzını burnunu dağıtmaya koyuldu. Kadın çantasını hayal edin. İçinde envai çeşit gerekli gereksiz ne varsa adamın kafasına iniyordu. Kadın hıncını iice çıkarttıktan sonra adam kaçmak için fırsat buldu ve ordan hızla uzaklaştı. Bense "vay anasını" diye mırıldanıp evime girdim. Tek görgü tanığı ben ve karşıki bakkaldı. Bir an ziv ziv diye bakkal amca ile bakışma yaşadık. 
Diğer taciz vakasına ise bugün şahit oldum. Kadıköyden Bakırköye geçmiştim deniz otobüsü ile saat 22:40 filandı. Üst geçitten geçerken bir kadın önce çığlık attı sonra çantasından devasa bir çakmak çıkartıp "sktir git lan eline koluna sahip çık yakarım seni!" diye bağırdı ve çakmağı çaktı. Taciz eden de 18-19 yaşlarında bi tipti sus lan filan dedi ama ortadan kayboldu bir anda. 
Çevremdeki aura,adalet olgusu, sürrealizim, sorunlarla başa çıkma yöntemleri,mizah, dadaizm sentezlendi. Çakmak edinmek lazımmış.

23 Kasım 2010 Salı

Ben mesela Sıçarım mesela yine de senden kaçamıyorum!

Psikoloji öğrencisi olmamın şahsi bir şekilde kaymağını yediğim şu günlerde, kendimle ilgili farkına vardıklarım garip bir buhran yaşatır oldu bana. Az evvel, Athena'nın son çıkan albümünün "arsız gönül"  şarkısını dinlemeye başladım. Müzik güzel, klibi de sevdim filan ama içimde inanılmaz bir sıkıntı oluşmaya başladı. Ulan, athenayı severim de.
Bikaç saniye şarkıyı filan dinlemeyip düşüncelere daldım, athenadan utanıyordum. 
Ortaokul zamanında Athena ve Kargo en sevdiğim iki gruptu daha o zaman müzik yelpazemi genişletemediğimden Şebo, teoman, kargo athena rhcp bide crazytownla nickelback dinliyodum. (o dönemin ergenleri bilirler crazytownın o dönemde ne ulvi grup olduğunu,butterfly diye bi şarkısı vardı, azcık rock müzik dinleyen yada dinlediğini sanan herkesin dibi düşmüştü :D) Liseye yeni geçtiğim dönemde hazırlıkta platonik aşkların ivedi bir biçimde ortaya çıktığı o taze çağlarda, athena'daki gökhan benim sevdalımdı. Hazırlık sınıfı olduğum için birazcık ingilizcem olmaya başladığından daha çok yabancı müzik dinlemeye başlamıştım. Özellikle Nirvana hastası bi insan haline geldim o dönemde, ki hala öyleyim. Ancak Kurt Cobain ölü olduğu için mi artık ona platonik aşık değildim. Athena da güzel albümler yapıyodu o sırada, gerçi athenanın çoğu albümü güzeldir bence. Skalonga mesela enfesti. Bi de ben Athena'nın şu an piyasada olmayan "one last breath" diye bi albümünü bulmuştum, bu ilk albümleriydi punk/ska tadında bi çalışmaydı. Çakmanın çakmasıydı o kaset ama kıymetlim gibi saklıyodum filan. Gökhan hala benim sevdalımdı
Benim hazırlık sınıfında olduğum sene (yaş 14-15)bir gün bütün aile cümbür cemaat Akmerkez'e gitmiştik. Ben de bir hafta  önce diş etimden kist aldırmıştım ağzımın içi boydan boya dikişliydi yüzüm de şişti. Akmerkezde salınırken birden bire Athena Gökanı gördüm. Ananıskii diye bi feryat koptu içimde. Slow motion bir şekilde adeta havada süzülerek yanına gittim. Ve dedim ki, "niye one last breath gibi bir albüm yapmıyorsunuz, daha geniş kitlelere hitap etmek için mi?"Geniş kitle ne lan!!  Adeta bir medya maymunu gibiydim o an. Gökhan'ın suratındaki tşşak geçme ifadesini derin bir biçimde hissedip o an hayattan yıldırım hızıyla soğudum. " evet öyle istedik" gibi bişey dedi. Sonra yanyana durduk annem fotoğrafımızı filan çekti. Ama Gökhan görgü kuralları çerçevesinde hareket ettiği için birşey demiyordu, sadece yüzünde bastıramadığı bir taşak geçme ifadesi vardı. Elimde bir mikrofonum bir de hey girl dergisi yaka kartım eksikti. İşin ilginç yanı ben one last breathi sevmemiştim bile, toplasak 2 kere bile dinlememişimdir. Sırf cool olmak veya ulan ben sizin ciğerinizi bilirim şekline bürünmek için öyle bir laf etmiştim.
Uzun süre bu olayı unutmaya çalıştım hatta Gökhanla olan fotoğrafımızı bulamayacağım biyere sakladım. Seneler senesi de arada kulağıma Athena müziği geldiğinde bir iç sıkışması ama bu olayı kafamdan sildiğim için "ben athenayı severim de niye bu hissiyat" sorusu vuku buluyordu. Athenayı bilinç altımda "ergenlik mallığı" diye kodladığım için olabilir. Ergenlik döneminde yapıp da hatırlamadığım tüm mallıklar sanki Athena ile athena müziği ile bütünleşmişti.
Sonraki yıllarda Athena'nın nirvana coverina bok atıp bi nebze rahatlamıştım.
Ama şimdi farkındayım, Athena candır canandır. Saklamanın bir alemi yok, ergenken herkes maldı.
Dinleyelim şimdi,
http://www.youtube.com/watch?v=uURcPFjODyU

11 Eylül 2010 Cumartesi

UDON

Göbeğimdeki şişlik,yarimin yanında kıvranması.Udonun ben de yarattığı hislerden asıl olanları şimdi.Udon denilen şey orjinalinde japon adamlara ait olan sulu sebzeli içmeli yemeli tasta gelen bir yemek.İçinde tavuk,soya sosu,köri,japon spagettisi gibi malzemeler var.Bundan iki sonbahar önce taksimde yediğim,çanağı 20 küsür lira olan,yerken zevk ve paranın götüme girme hislerini yaşatan,sonra her türk genci gibi gaza gelip ben bunu yaparım ulan dediğim  bir maceradır udon.İlkinde çok baharatlı yaptım osuruk bombasına döndük.Sonrakiler daha iyidi.Bu son yaptığıdma makarnası fazla geldiği için yemek gibi oldu.Yedik tabi o ayrı konu.Şimdi patlamak üzere yatakta yatarak bunları yarim için yazdım.Koniçiva hadi eyvalla

çınar

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Ruh Dinginliği Din gin li gi..

"BURSA - Bursa'da yapılan 'En Uzun Süre Gülme Rekor Denemesi'ni 320 dakikada tamamlayan Ertan Ekmekçi, dünya rekoru kırdı.

Yarışmanın başından itibaren durmaksızın kahkahalar atan İlham İnal Dündar, 210 dakika sonra tansiyon problemi nedeniyle yarışmadan ayrıldı.
Rekor denemesini sürdüren Ertan Ekmekçi ise 5 saat 20 dakika gülerek, dünya en uzun gülme rekorunun sahibi oldu."

22 temmuz 2010 tarihinde, her ne kadar Ertan ekmekçi abimizin rekorunu geçemesek de, bir saat kırkbeş dakika boyunca hiç aralıksız katılarak gülerek, elif ve ben kişisel bir rekora imza attık.
Nonstop gülmeye başlamamızın hikayesi, öyle dallı budaklı, alengirli bir hikaye olmamakla beraber, "anlatılmaz görmen, deneyimlemen lazım" denilen türden, lakin paylaşılmazsa olmaz bir hikaye.
22 temmuz akşamı, sabahın 4 buçuğuna kadar demlenmiştik, hafiften de kafamız iyi olmuştu. Enis, mete ve enesle beraber, ota boka eğlenir güler bir vaziyette takılıyorduk. Erkek olmalarının avantajlarından faydalanıp, oraya buraya işeyen 3lüye gıpta ediyorduk. Ancak, altımıza etme noktasına gelince eve gitmeye karar verdik. Enis çişim geldiği için beni telkin etmeye çalışıyordu " Ruh dinginliği... din gin li gi" dememi talep ediyordu. Bunun beni rahatlatacağına inanıyordu ancak ben eve yürüdükçe daha da fenalaşıyordum. Buraya kadar okuyan herkes" aha altına işemiş, onu anlatacak" diye bekliyor olabilir ancak durum hiç de öyle olmadı. Eve perişan bir biçimde ulaştık elifle, enis ise centilmenlik yapıp bize eve kadar refakat etmişti. Kapının önüne geldiğimiz sırada 20 metre ötemizde 5-6 tane köpeğin peyda olduğunu farkettik. Kendi halinde takılan köpeklere dönen ve bir şizofrenlik örneği sergileyen enis " Abi evliya çarpsın ki köpekler bana havlıyo" dedi. Hayır yani, neden elifle bana değil de enise havlasınlar? Sonra "kapıyı açık tutun, her an duvardan bahçeye atlayabilirim" dedi. Biz durumu değerlendirmeye çalışırken, yani bahçe kapısını açtığımız halde duvardan atlamaya yelteneceğini anlamaya çalışırken enis bir anda ciddi bir biçimde köpeklere döndü, sağ elini havaya kaldırıp meydan okurcasına "HaAsikktrirnn laaağğnn" diye bağırdı. Ve bu hareketin ardından hızlı çekimle fili fili koşmaya başladı. Zivv zivv diye elifle birbirimize bakış gönderdik ve bahçede sabahın 4 buçuğunda elifle geberircesine gülmeye başladık. Apartmanın içine girdik ve yere yatıp çılgınlar gibi gülmeye devam ettik. Kalkıp eve ulaşmaya çalışıyorduk altımıza bırakmak üzereydik zar zor bir üst kata çıktık duvarlara yumruk ata ata gülmeye devam ediyorduk. Eve ulaştığımızda yarım saat geçmişti o şekilde.
Odamıza gittik hala katıla katıla gülüyorduk, bu arada telefonlarımıza baktık ve ikimize de enisten aynı mesajın gelmiş olduğunu gördük ;
" ruh dinginligi, din gin li gi"
Mal mal enisi arayıp durmadan gülmeye devam ettik, bi ara uykumuz geldi gülmekten uyuyamadık, iyice sabah olmuştu hala enisin hareketlerini yeniden canlandırıp ortadan ikiye yarılıyorduk. Neyseki sonra perişan bir biçimde uykuya daldık.
Normalde, bi 5 dakika gülünür, hadi diyelim aralıksız 15-20 dakika gülünür. 2 saate yakın aralıksız güldüğüm hiç olmamıştı. Uykumuz gelmese o 3-4 saati de bulurdu kanaatimce =)
Ertesi gün enisi erkan motelin önünde gördüğümüzde yine bi gülmeye başladık, enis ise önce sükunetle bizi dinledi, sonra "Umarım bir gün gerçek bir ölüm korkusu yaşarsınız, mna koyim" dedi.

20 Temmuz 2010 Salı

Duygusallık

Garip anlaşılmaz kelimeler, mecazlar, tecahül-i arifler, mefulü mefailü mefailiü, hüsnü talil ve bu tarz edebi kalıplarla, duygusallığın dehlizlerine girip çıkarak, bazen hayat şöyle ipeksi bir rüzgardır falan fakar diyerek yazı yazmak beni asla enterese etmiyor.
Neden böyle çemkirircesine başladım bilmiyorum, bikaç blog okudum sadece az önce. Kendi yazdıklarım da at boku gibi olabilir ama yapay duygusallık gördüm mü bayramlık ağzımı açasım geliyor. Serdar ortaç zaten bize her yaza damgasını vurduğu 25 şarkıyla yaşatıyor o duyguyu.(ve daha nicelerini) Fazlasına gerek yok.
Duygusallık bence çok güzel bir olaydır, ama bazen bazı durumlarda istesen de olamazsın. O sırada içinde bişeyler dürter belki, haydi aslanım, güzel bir kabiliyetin var, duygusal birşeyler yazıver der sana.Ama yazma işte, yazma. Hayvanım ben yaz, bu gün sevgilimin yanında altıma pisledim, çiçek aldım ona bir ot yığınına da bu kadar para verilir mi yaz. "Bazen umarsız bir gözyaşı değil hayat." Tamam da neden umarsız?.Burnumdan balon çıkartarak ağlamakmış ihtiyacım olan.Yaz.
Puslu bir yaz günüydü. Ay ışığı denizde oynaşıyordu. Tekne, boğazın maviliğinde ilerlerken, bu tekne gezisinin tadını çıkartan gençler çılgınca dans ediyorlardı. "Biraz daha bira?" diye sordu ipeksi bir sesle, beni daldığım düşten uyandırmıştı bu ses. Aklıma çocukluğum gelmişti, bir martı gibi özgür ve bilinçsiz günler. "evet, lütfen" dedim.
Yukarda anlattığım, en sevgili arkadaşlarımdan birinin, pek sevdiğim ablasının düğünü ve belki de süsleyerek anlatılmış hali idi. Ama gerçekte ben o düğün sırasnda teknede şunları aklımdan geçiriyordum:
"Gül abla ne güzel olmuş yahu. Hasktr! bira dökülüyodu. Bu kadar dar bir alanda baya kişi dans ediyor. Ben etmeyeyim bence.Okan olsa halay başı yapardık onu. (sonra denizi izleyerek)O değil de, biz nereye gidiyoruz lan."
Diğer insanların da kafasının benden çok da değişik çalıştığını sanmıyorum. Sevgilisine methiyeler düzen bir blog yazarının "bazen" sahte duygusallığı o yüzden sıradan ve basit, bunun yorumunu yapmak bana düşmese de, bu sözlerimle edebiyatın tüm inceliklerini itin götüne sokmuş gibi görünsem de, bence herkes bunu yapmaya çalışmamalı, içinizden geldiği gibi davranın, en süperi değil mi?

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Deneysel Yöntemler

Yıl 2008.
Mekan: Şarköy-Lunapark.
Katılımcılar : Elif, Anıl, Çınar, Mert, Muhammed, bir kaç ergen genç kız.
Keywords: Magnum, Tokat manyağı, cezbetmek, dönme dolap, kah kah kah.

Abstract

2008 yazının tatlı bir Ağustos akşamında, engin bilgilerle kuşatılmış bir hayli kıvrımlı beyinlerimizle Lunapark'a doğru ilerliyorduk. Amacımız eğlenmekti lakin eğlenme eyleminin deneysel bir çalışmaya yol açacağından bi haberdik. Sıradan bir gün, nasıl bilimsel bir deneye dönüşebilirdi? Bunun yegane nedeni, Muhammeddi. Dansları, Lunaparkın karnavalesk yapısıyla göz alıcı bir uyum içerisindeyken, tezatı sağlayan ise tahmin edilenin aksine bizlerdik.

Discussion

2şer dürüm, 2şer hamburger ve birer ayrandan oluşan (adam başı), akşam yemeğimizi yemiş, hafiften terleye terleye lunaparka doğru yürüyorduk. Şarköy yine minili kızlar, piyasa yapan erkekler, bar önlerindeki kaslı bodyguardlar ve bizimle dolup taşıyordu. Çay bahçelerinden yükselen roman havası bizi moda sokmuştu, mutluyduk, karnımız tok sırtımız pek kıçımızda bir avuç bok, ilerliyorduk. Anıl, Çınar, Mert, Elif ve ben hayatımızda olmadığımız kadar umarsızdık. Yanımızdan köpek sürüleri geçiyor, oralı olmuyorduk. Sadece Anıl, Çınara doğru seğirtiyordu, köpeklerin kolunu bacağını kapmasından çekiniyor gibiydi. Lunaparka varmamız ve jeton almamız yine neşe içindeydi. Birazdan gondola binecektik.Gondola bindik. Sevdiğim adam, yanımda avaz avaz bağırıyordu, geri kalanlarımızsa gülmekten altına ediyordu.
Gondol maceramız vücudumuzdaki serotonin hormonunu bir hayli arttırmıştı, nitekim çınarın salgıladığı adrenalin somutlaşmış adeta midesindeki dürümlerle sentez oluşturmuştu. Bu maceranın ardından, dönme dolaba bindik. Sadece bir saniyeliğine yerden bilmemkaç metre yüksekte anılın yüzünü gördüm. Can havliyle oturduğu yere yapışmıştı, yüzü bembeyazdı.
Dönme dolaptan sonra Anıl ve Çınar tekrar gondola bindiler. Bu sırada Elif ben ve mert onları aşağıdan izliyorduk. Çınar deyim yerindeyse kıçını yırtıyordu, Anıl "kah kah kah kah" diye gülüyordu. Tam bu sırada Muhammed geldi. Muhammed, şarköyün yerlisiydi ve arkadaşımız eren tarafından dayak yemişti. Eren bi elinde magnumla onu tokata doyurmuştu. Muhammed, üzerine dar siyah bir atlet giymişti, şişman ve kısa boyluydu, altında yeşil adidas vardı. Yanımıza kadar sokuldu ve cep telefonuyla bir müzik açtı. Ve oryantalle başlayıp adlandıramadığımız bir dans türüyle devam ederek dans etmeye başladı. Danslarıyla bizi cezbetmeye çalışıyordu (Gürsoy,E 2008). Elifin tabiri ile, danslarıyla bizi cezbededursun, çınar avazı çıktığı kadar bağırıyor, Anıl kah kah kah diye gülüyor, ben ve elif ise muhammede kitlenmiş bir biçimde şok geçiriyorduk. O sırada Mert " Abi, bu muhammed şurdaki kızları rahatsız ediyor, ben gidip yanlarında durayım" diyerek gözden kayboldu.

Conclusion

Bu tarz bir kaos ortamında bile, hiç bir şeyden rahatsız olmayıp senelerce muhammedin dansından bahsedebiliyor olmamız, bizim aslında istemsiz bir deneye tabi tutulduğumuzu gözler önüne seriyordu. Absürd durumların yarattığı etkinin genelde pozitif olduğunu deneyimlemek ve aslında uyumun sadece kabul görmüş ve rasyonalist olaylar sonucunda ortaya çıkmadığı sonucuna varmamızı sağladı.
Aslında öyle bir sonuca varmadık, yıllardır gülüyoruz muhammedin bizi cezbetmeye çalışmasına.

18 Mayıs 2010 Salı

Dikkat! içiniz kararabilir.

Bu aralar çok fazla ölüm haberi alıyorum.
Aslında ne tuhaf bi cümle kurdum, tanımadığım veya az tanıdığım kişiler bunlar, ama ölüm konusu açılınca yaşama içgüdüm azıyor.
Eren babasını, Caner annesini kaybetti.
Erenin babası bize kahve yapmıştı, balkonda içmiştik, yolda gördüğümüzde de koşarak selam verirdik.
Canerin annesi " Ben bu çocuğu 7 yaşına kadar ayağımda salladım" diye bizi gülme krizine sokmuştu, Caner de "ehe ehe" diye sırıtıyordu tam da o sırada.
Tanımadığım bir arkadaşın arkadaşının arkadaşı rahim kanserinden öldü.Çok genç olması üzdü beni, çünkü ben de gencim. Sanki ben de onun yaşına gelince aynı sebepten ölecekmişim gibi hissettim. Aslında ölen kişiye üzülmenin sebeplerinden biri de bu değil midir?
Geçen yaz da Michael Jackson öldü. Ona şaşırdım baya, "nasıl ölür yahu?" diye bi süre kaldığımı hatırlıyorum. Şarköydeydik arkadaşlarla, birbirimizin yüzüne mal mal bakmıştık. Sonra ben Eren'i aradım "maykıl ceksın ölmüş" dedim. "Çok da skimde" dedi, o sırada yüksek lisans sınavlarına çalışıyodu. Haklı aslında. Bu kısa telefon görüşmesinin ardından,balkona çıktık Elif, Çınar ve Anılla.
Çocuğun biri bağırıyodu sokakta "laan maykıl ceksın ölmüş " diye. Öbür çocuk da " aa? hadi bisiklete binelim" dedi cevaben. Koskoca maykıl ceksın, şarkıları, kendisi, çocuğnu camdan sallandırması, burnu, ağzı. Herşey bir saniye içinde unutulmuş ve bütün bunlar bisiklete binme eylemi karşısında sönük kalmıştı bile. Haklı değil mi aslında, napacaktı maykıl öldüyse. Biz bile bir süre sonra saygı duymayı bırakıp, Maykıl ceksın öldi mu ıssız ajun kaldi mu diye saçma sapan espri yapmaya başlamıştık bile.
Bir kaç gün önce, okulun yan tarafındaki Haliç'e bağlı bi derede ( aslında kanalizasyon.) bi ceset bulundu. Adam kaskatı kesilmiş bi de herkes gidip bakmış aa ölü var diye. Gidip bakmadım da, anlatılanlardan baya bi etkilendim. Şaka gibi ya, her gün yanından geçtiğim derede bi adam can çekişerek boğularak ölmüş.
Peki, Ronnie James Dio sen neden öldün? Nooldu sonisphere hayallerimiz. Ne kadar da bencilce.
"LOS ANGELES - Heavy metal müziğinin ünlü ismi Ronnie James Dio (67) öldü. Eşi ve menejeri Wendy Dio, Houstan hastanesinde tedavi gören ve mide kanseri rahatsızlığı olan James Dio'nun öldüğünü açıkladı. Ronnie James Dio, kendi kurduğu Dio grubunun yanısıra Black Sabbath, Rainbow gibi grupların da vokalistliğini yapmıştı".
Aşırı bi Dio fanatiği bile değilim, ama çok üzüldüm..


15 Nisan 2010 Perşembe

Cayıntkraşır kronikıls 1995 to 2009

17 Nisan 1995 Pazartesi


Ben uyandım. Annemlerin yanına gittim.Sonra elimi yüzümü yıkadım. Üstümü giyindim.Okuluma gittim. Öğretmen'den anahtarı alıp öretmenimin dolabını açıp, öğretmenimin masasındaki örtüyü serdim. Öğretmenim geldi. Bana "aferim" dedi. Derse girdik. Sonra tenefüs zili çaldı. Zırt pırt gelip yazıma bakan Selenay sonunda dayak yedi bugün.Sonra öğretmen selenaya bir bağırdı. Sonra derse girdik. Matematik yazılı çalışmasından D. aldım. Bir gün işte Selenay tuvaletin deliğine düştü ki gülmekten yerlere yattık. Sevil Gülşah ben ECE. Sonra ders zili çaldı. Öğretmen yazı yazdırdı bize. Sonra tenefüs zili çaldı.Bezirgan başı oynadık. Eceye sevil bir laf uydurdu, söylücem şimdi . Ece mece gece. Neyse derse dönelim. Öğretmen geldi.Bize çok ödev verdi ama ne yapalım. Yanımdakiler Allah deyip duruyordu. Ama çok olan ödev sadece yazı idi. Sonra annem beni aldı.oturdum. ders çalıştım. Dersim bitti biraz sonra günlük yazdım.


1 Kasım 1996 Cuma


Filiz ağlıyordu. Selenay yanıma gelip duruyordu. Sevil ve gülşah yanımıza gelip birşeyler söylüyorlardı. Melike Sevili itip kakıyordu. Gizem şöyle diyordu: - Elif, Elif Selin seni oyundan çıkarmış diyordu. Elifte "napıyım" diyordu. Raife "buldum buldum" diyordu. Zil çaldı, bir ders öğretmen gelmedi. Neyse zil çaldı. Merve ders programına bakıp "anneeeee baaabaaaa" diyordu. Eren -bir daha aynı hareketi yapma diyordu.Filiz tahtayı silip karalıyordu. Sana bir tane çıt çıt vereyim mi diyordu. Gizem Filize "ağlama bebecik ağlama" diyordu. Elif çişim geldi diyordu. Melike Keremin yanağını sıkıyordu. Raife değişik hareketler yapıyordu. Kerem - kızlardan nefret ediyorum diyordu. Arda gözü ile oynuyordu.


5 Ağustos 1997 Salı


Sevgili Günlüğüm,
En son sana 2 gün önce yazmıştım. Sabah okullar açıldığının rüyasıyla uyandım. Bu sabah Fırlama kızlar var. Uyandım, sabah kahvaltısı olarak pizza yedim. Film çok güzeldi. Sonra bakırköye gitmek üzere annemle yola çıktık. Bakırköyü gezdik ve eve geldik. Evde oturduk. Leblebi yedik, kitap okuduk. Şimdi de günlük yazıyorum.Dün parka gittim. Orada Didem vardı. Didemle oyun oynadık. Gülşah hakkında konuştuk. Lastik oynadık.




7 Aralık 1998 Pazar


Selam arkadaşım,
Ben çok tekdüze yaşıyorum, hep aynı. Neyse bu gün yazılım vardı. İçeri girdiğimde öğretmen yazı yazıyordu "yazılı sorularını". Yarın okula gitmem gerektiği için kısa kesicem. Bugün çok komik olaylar yaşadım. Yemekhaneye inmiştim.Yemek kartım çorbanın içine düştü. İrem ile mendil almaya gittik(sınıfa). Ben hızlı hızlı çıkıyorum irem bana ayak uydurmaya çalışıyor. Yere pat diye bir kapaklandı, bir de yukardan çok komik görünüyor. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Yirmi dakika öyle geçti. Aşağıya yeniden indim. Kartımı temizledim. Tam bir kaşık aldım. Onu ağzımda gevelerken İremin salak kardeşi ilker ilk önce yemekle Gizemin kafasına şiddetli bir darbe indird. Sonra yemek yana kaydı ve ve hepsi Aycanın üzerine. Kızın üstü başı hep yemek oldu. Ben daha bir kaşık almıştım. Görevli kadın geldi. İlkeri azarladı. Ben ve İrem aycanın yanına çıktık. Sonra tekrar inip yemek yedik. Sınıfa çıktık zil çaldı, test olduk.
Eve geldim. Ödev yaptım. Bugün hastaydım. Biraz uyudum, uyandım.


7 Ağustos 1999 Cumartesi


Selam arkadaşım Günlük,
Bugün babam bana paten aldı. Sarı lacivert renkte. Ee ne de olsa taraftarız biz!
İki sevdiğim renk sarı ve laciverttir, ayrıca pateni çok güzel kaydığım kanısındayım. Ama yine de bilemem. Pateni Metrodan aldık. 10 milyona aldık. Orada olay çıktı. Babam çok şey almayın tatile paramız kalmayacak dedi. Annem de aldığı herşeyi geri yerine koydu. Halbuki parası vardı. (Ama ben patenle afacanlar çetesi adlı romanı aldım.)
Sonra babamla annem Binnur halamı almaya gittiler. Songül teyzemle telaşlandık. Çünkü iki saat dönmediler. Ve geldiler. Metroya gitmişler. Ben zaten tahmin etmiştim. Songül teyzeme söylemiştim. Neyse.


18 Mart 2000 Cumartesi


Canım Bugs'cığım,
Şu anda evde bütün babamın tarafı var. Güya bu gün sinemaya gidecektik. Nerde o günler. Hemen önce dedeme gittik. Şu an kuzenim Denizle gülüyoruz. Mini mini bir kuşun versiyonlarını yapıyoruz. Deniz şu anda Ya biraz arabesk şarkı söyle bana dedi. (kırocuğum). Az önce gülüyorduk, aysel halam gelip kızdı. Deniz de "biz de balkonda gülelim" dedi. Kuş az önce kaka yapmıştı, deniz "bok nereye gitti" dedi.


18-Ekim-2001 perşembe


Nbr Günlük,
Sana uzun zamandır yazmıyorum. Ne bileyim dersler yoğun oluyor, sonra bilgisayar derken zaman geçiyor. Zaten daha bir hafta olmuş. Haftasonu yani Cumartesi günü annemler Cevat amcanlara gidicez diye tutturdular. Ben banane dedim ve evde tek başıma kalmak için ısrar ettim. Tabi dinletemedim. Annem, Deniz de bize gelsin dedi. (Bu arada bilmeyenler için söylüyorum, deniz kuzenim olur.)
Neyse Deniz geldi biz Metalicayı son ses dinleyerek hedbeng yaptık. Bilgisayarla uğraştık sohbet filan derken saat baya geçti. Birer nescafe alıp televizyonu açtık. Ben kanalları geçerken rambo filmini gördüm. Ben kendimi tutmayıp uykulu uykulu " rambo filmi" diye bağırınca deniz de "o ne ya" filn dedi.


14 Ağustos 2002 Çarşamba (marmara ereğlisi)
Slm Günlük,


Nbr? Benden iyilik işte.
Bu gün evde yalnızız Denizle. Aysel halam istanbulda ve gece dönecek. Biz de bizimkileri eve atacaz :))) Şaka bir yana arkadaşlar bugün bizdeler. (Şu an anastacia çalıyor) Neyse dün de Yigo, Deniz ve ben (muhteşem üçlü yani) akşam havuza girdik. Yine Yiğitcanla uğraştık durduk. Ama herhalde havuzda bir saat fazladan kalsaydık birimizden biri öteki dünyayı boylayacaktı. (Şu an da alien ant farm çalıyor, süper ya) Zaten ufak tefek sakatlıklar geçirdik. En çok da olan yiğitcana oldu.
Havuzdan sonra kıra gittik. (Aynur, gökçen, utku, yiğitcan, deniz fln) Sonra ordan sıkılıp anfiye gittik. Sandalye çekip oturduk. Ama orda muhabbet beni acaip baydı. Sonra Yigo anfinin tepesne çıktı ve tahta oturma yerlerinden birini çıkarıp aşağı kaydı. Herkes "yigo öleceksin, yigo yapma kafanı kırcan vb" diye bağırdı. Sonra parka gittik. Sohbetle filan öyle vakit geçti. Öff çok sıkıldım.
Geçen gün kır kahvesinde Mel Gibson'a benzeyen bi adam vardı. Biz "ooOO mel abimiz" filan diyoz gülmekten öldük ama.


17.Eylül.2003 Çarşamba (Hasan Polatkan Lisesi)


Slm,


Şu an yine sınıftayım. Az önce gülme krizine girdim resmen. Sınıfta Deez'le bakıyorz (erkeklere) kim kaşını aldırmısh kim aldırmamış diye. Altaya baktık en başta ama almadığını öğrendik. Ersen ve Buğra bi de Ferdi son derece doğaldılar. Deze göre Erenin kaşları sırma gibiymiş :pP Aslında komik değil ama ne bilim hepsinin suratı ayrı komik.
Herşeyden bıktım artık. Olumlu birtek olay yok ve bazen hayattan kopuyorum. Bu gün bi tek Ferdiye güldüm Eline kına yakmış da. Hazırlıkta bi neriman hocamız vardı iyi ki bu sene gelmiyor.
Bu gün okula spor ayakkabıyla ve (onlara göre) uygunsuz kıyafetlerle gelenleri toplayıp bağırdılar. Yasemin hoca kıçını yırttı resmen.
Bizim sınıftaki Yasemini de çekmişlerdi kenara, spor ayakkabıdan. Bi de demişler ki "saçını katlı kestirmeyeceksin". Abi yok böyle bir olay. Yasemin sinir oldu doğal olarak. Okuldan çıktı ve annesiyle doktora gidip "ayağı büyük" raporu aldı. Hocalar GÖTTT oldu tabi. Bi de bu gün neriman hocaya "Hocam günaydın " diyorum. "Nooğluyoooğğ yavvvum" diyor gerzek karı.




13 Aralık 2004 Pazartesi


Selam,
Bu gün Edebi Metinlerden yazılı oldum. Geçen hfta Zülfiş, Havva ve diğerleri hepimizin a.k.
Neyse bu gün 3 adet yeni bilgi edindim.
1- Havva hocanın tiki varmış.
2-Nuri hoca mosmor bir suratla okula geldi, dayak yemiş. Pozitif olun yövrem.
3-Neriman hoca kırmızının dışında da bir kıyafet giyebiliyor.
Günün lafı : Ayçen de köklü çalışmış yaa..
(Ayçen paso tarih ezberlemiş de)


13 Ağustos 2005 Cumartesi (Şarköy)
Doğan güne lanet olsun..
Bu günlüğü aldığımdan beri hiç bir zaman içimden geleni yazmadım. Kış boyunca burayı çok özlicemi biliyorum. Bu gün son günüm bu gün 13 Ağustos zafer bayramım. Arkadaşlarla moonlighta gidicez. Yarın yola çıkıcaz, bir şarköy dönemi daha kapanıyo.
İyi ki ecemle,elifle,canerle ve duyguyla tanışmışım...
Şu an atalaydayız. Mete, Elif, Ecem, Duygu ve ben. Meteyle kavga ediyoruz. Elif Arbi'nin arabasının resmini çekmiş, Mete "Harbi çok güzel araba, 50 milyar lan" diyo.
Mete, "evde sosis var, makarna var, yemek yapın" dedi. Kimse sallamadı.
Mete çok komik yaa. Bahar diye bi kız var biz git yazıl dedik, belki tokat atar eğleniriz filan. Ecem de "Tipin var, şeyin var git tanış" diyo. Mete felan kaldık bi an. Sonra Elif "hangi akla ziyan kişi söyledi onu" dedi.


15-Şubat-2006 Çarşamba
Selam,


Şu anda soyut ve somut olan her şey son anlarını yaşıyor. Bunun bir son olduğunu belirtmekten müteessirim. (aklım sıra yüzüklerin efendisinden alıntı yaptım :)
Kötü bir haberim var, Neriman hoca ingilizceye geliyo. Kadın hazırlıktaki gbi geyik değil valla çatır çatır ders işliyo. Bizi de hazırlık sınıfı sandı heralde. Gerçi ingilizce şart! :)
Bu gün 2 km yürüdüm yağmurun altında. Deli gibi ıslandım.
Yazın bu saatlerde (23:06) Neboşun oralarda olurduk. Balkabağı olmamıza 54 dakika kalmıştı. Nitekim zaten balkabağıydık biz. Bi de Öss var bu sene. Pofff..


13-Ocak-2007 Ctesi


Sıkıldığımı hissedebiliyorum. Bu günlerde kendimden fazlasıyla nefret ediyorum. Suratımda çıbanlar çıkıyo, saçlarım dökülüyo, kilo aldım. Öss mahvettin hayatımı. Lanet olsun! hemen test çözmeliyim. Leman paf takıma gidiyorum bu aralar, çalışmalara katılmaya. Beğendiğim karikatürlerimi götürdük U.M ile.Ama Gürcan yurt asabımı bozuyor. Göt herif hiç bişey beğenmiyor. Bakalım ne olacak.


16-Ekim-2008 Perşembe


Vay be,
En son yazdıklarıma baktım da. Yaz ne ara geçti, okul ne ara açıldı. Hiç birşey anlamadım aslında. Zaman ne çabuk geçiyor gerçekten. En son şarköyden istanbula dönerken yazmıştım bişeyler. Okul açılalı bi ay oldu.Sabahları baya erken kalkıyorum alışamadım bi türlü. Okul geçen seneye göre daha yoğun geçiyor. Ve 2. sınıfta başlanıyo demek ki bölüme. Geçen sene boş gibi bişeydi yani. İstatistik dersinin hocasını sevdim ama baya.Dersler de sıkıyor bilmiyorum. Elif gelsin, duygu ve deniz de olsun yanımda. Öyle istiyorum. Lan resmen ergenliğe dönüyorum sınav zamanları. Depresif böyle, 15-16 yaşında genç oluyorum. "Hayat çok boktan, kimse beni anlamıyor" veya "ulan hayatın sillesin de ne biçim yiyorz mnaki" tarzında bi düşünce yapısı hakim oluyo.


18-ekim-2009 Pazar
Helloooğğ heollooğ obaa maa hoşgeldin başkanlığaaa barış getiir bu dünyayaa!!
Aman yanlış anlaşılmasın Mustafa topaloğlunun şarkısını söylüyorum kendi çapımda. O bama o o bama. Velkam tu birezidensii.Çok komik ya, geçen duşta söylediğimi farkettim.
Taksimdeydim bugün. Çınarın ablası yarın Avusturalyaya gidiyor, okul ve çalışmak için. Onunla görüştük. Çınar, Yiğit, Arman, Işık abla, Güray abi ve adını hatırlamadığım "2 abi" daha vardı. Sonra Çınarın "ünlü" kuzeni Övünç Den geldi. Böyle diyorum ama adam baya iyi, uğraşıyor ediyor biz de gidip dinliyoruz onu. Bu akşamın olayı Çınarın sarhoş olmasıydı, 6 tane bira içti ve baya pis sarhoş oldu. Herkese yalvarıyo abi bi tane daha içiim diye. Ama sokakta yürükenki halleri çok komikti, sarhoş değilim deyip takındığı ciddi tavır filan =)Efsaneydi.=)


-------


Yıllardır yazmış olduğum günlüklerden, her sene bi günü seçip hiç değiştirmeden yazdım, nostaljik anlar yaşadım. Pis bi ergenmişim bi de onu anladım =)

29 Mart 2010 Pazartesi

Mekan-Hoca-Ziftli sütlaç

İki hafta önce filan, okuldan çıktıktan sonra Taksim'de aheste aheste yürürken ve özellikle belirtmeliyim ki hiç eve gitmek istemez bir haldeyken, bari tek başıma yemek yiyeyim dedim. Taksimde bana kalırsa en şahane yemekleri "Tramvay" bahşediyor insanlığa. Mekan tanıtımı felan yapmayacağım, zira boğazıma,damak tadıma çok düşkün olduğum için sadece yemekler ilgilendiriyor beni. Meydandan kaptırıp aşağı doğru yürümeye başladım. Ağa camiiyi geçtim, hemen yamacındaki "sulu südyen"ciyi geçtim, yürüdüm yürüdüm Antuan kilisesini de geçtim. O sırada telefon çaldı, arayan kadim dostum Hintli arkadaşım Akshat'tı. "Meraaba, kanku" dedi. Bu arada akşat yurdum insanından güzel türkçe konuşuyo, 6 ayda öğrenmiş maşşallah (kendi deyişiyle, buçuk senede). Her neyse, hayırdır akshatcım noldu dedim, nevizadenin yerini sordu. Heyecanla anlattım, onun adına sevinmiştim tanıştığımızdan beri (yaklaşık 1 buçuk senedir) partilerde boy göstermek istiyordu, bir doğum günü partisine gidecekmiş. Tam telefonu kapatırken "mükemmel! nevizadeye gidiyorum! bir de, sokmak ne demek,anlamı ne demek??" diye sordu.
Her neyse, telefonu kapatıp yürümeye devam ettim. Tramvaya gidip, güzel bi ceasar soslu tavuklu salata yedim. Salata tabağı geldiğinde garsona teşekkür edecektim nerdeyse, o derece seviyorum orda yapılan her yemeği. Tavuk dönerden ve amerikanlı sosisliden isyan eden midemi sevindirmek için ara sıra bu güzelliği yapacağım kendime.
Değinmek istediğim diğer konu, Bülent Somay. Bu ulvi şahıstan bu sene "the Frame Tale" diye bir ders alıyorum. Adam mükemmel dersi mükemmel, ilk kez bi derse girmek için can atıyorum. Tütününü sarıp içip, derse koşarak giren, Tolkien uzmanı bi kişilik kendisi. Derste tek yaptığımız sohbet etmek, edebiyattan bahsetmek, en gereksiz ve eğlenceli bilgilerle kuşatılmak. Aslında pek gereksiz sayılmaz ,Bülentçiğimin anlattıkları ve kendine has üslubu beni resmen mest ediyor. Derste Hazreti İsa'dan bahsediyoduk mesela, saçma hristiyan geleneklerinden falan filan. Şarap içip ekmek yeme muhabbeti açıldı, Hoca, "isanın kanını içtim, isanın etini yedim" mantığıyla hareket ediyorlar diye bir açıklamada bulundu. Ön sıralardan bi arkadaş da " Bi ülkede, isanın mantar olduğuna inanıyorlar, mantar yediklerinde İsayı da yemişçesine vuslata eriyorlar" dedi. Sayın Somay ise "Umarım magic mushroomdur, öyleyse güzel bir vuslat olur" dedi ve elini cebine atıp tütün tabakasını çıkararak, düşünceli bir biçimde gözden kayboldu. Kısa bi süre sonra,ders arası verilmiş olduğunu anlayıp biz de çıktık tabii.
Gelelim Ziftli Sütlaç'a, Gökhan Dabak'ı Deli Cevattan dolayı bilirsiniz, Ziftli sütlaç onun "Limon"da yazılar yazdığı dönemden kalma köşesinin adı. 1989 Limon arşivinden bi ziftli sütlaç seçkisi sunmayı bir borç bilirim.
"Yokum ki ortada bi müddettir..Çünkü Malazgirt ovasında yayla cücesi arıyordum.Ararken bir de baktım Davulcu ufuk ellerini güçlendirmek için soğan ovuyordu.Macide hanım ise ona portakallı cadı yediriyordu..Bana da bol portakallı bir cin verdi. Kızkardeşi Dalga da havanda cüce eziyordu. Hemen sordum, burada nerde yayla cücesi bulurum??Şu ilerdeki mor kayaların altında bir sürü var bayım. Aman dikkat edin zehirlidir o cins.. Postu için mi arıyorsunuz, yemek için mi.. Hayır dedim..Bir yayla cücesinin götüne ossuruk resmi yapmaktır isteğim. Tebrikler bayım, çok ince ruhlusunuz diye mırıldandı"

26 Mart 2010 Cuma

Taksicinin firar eden kuşları

- Günlerdir beni mahveden bir mide ve karın ağrım var. Yemek yemek işkence, tuvalete gitmek işkence. Serum yedim, totoya iğne yedim. 3 gündür anca yeni yeni kendime gelebildim. Bu gün okula gitmem gerekiyodu, ders notu ve kitap fotokopisi bulmak için. Vazgeçilmezim olan korsan taksiyi aradım. Çünkü metrobüse, dolmuşa katlanacak halde değildim. Beni okula götürüp getirin amcalar dedim. Yarım saat işim var, beklersiniz hemen biter dedim.
Böylece sapsarı suratım, 3 gündür taranmamış saçlarımla okula doğru yola çıktım. Korsan taksici duygusallıkta son noktaya varmış olduğumun farkında olmadan, muazzez ersoy, orhan gencebay seçkileri sunuyordu. Sonra, ağlamak güzeldir, ağlama değmez hayat, erkekler ağlamaz gibi şarkılarla burnumun dolmasına yol açıyordu. Bunun sebebini hemen açıklayayım, hasta olduğum zaman ekstraordineri bi biçimde duygusallaşıyorum ben. Hemen kaçın yanımdan. Acil kaçın. Yemek yiyememek, tuvalete gidememek ne demek lan.
Sonra okula geldim. Betülden istatistik notlarını alcaktım, dersteydi. Mesaj attım, dışarı çıktı. "Çok duygusalım" dedim."Benim de moralim bozuk" dedi. Nedenlerini anlattı. Sonra ağlamaya başladı. Aniden burnum tıkandı, gözlerim doldu. İçimden çemkire çemkire ağlamak geldi. Ama durumun saçmalaşacağını bildiğimden bikaç damlayla geçiştirdim bu duygu yüklü anları.
Korsanı beklemek üzere okulun dışına çıktım. Hala ağlamaya devam ediyordum. Hiç bir derdim yoktu, sadece totoya iğne yemiştim, tuvalet sıkıntım vardı ve 3 gündür haşlanmış patates yiyordum.Bir de Betülün ağlaması son nokta olmuştu.
Sonra korsan taksici geldi, "sizi çok beklettim kusura bakmayın"dedim. İsabet olmuş dedi. Biraz hastaydım da fazla hareket edemiyordum dedim. Yine gözlerim dolmuştu.Öyle saçmaydım ki. Neyseki bu durumu bertaraf ettim ve kucağımdaki "experimental psychology" kitabının sayfalarını karıştırmaya başladım. Sonra annem aradı, ona az önce başımdan geçen saçma hikayeyi anlattım. Konuşmalarımıza kulak misafiri olan taksici telefonu kapattıktan sonra "ben de 3 gündür çok dertliyim" dedi.Sebebini sormama fırsat vermeden devam etti, " kuşlarım kaçırıldı.. oysa onlara 5 aydır doğal ortam hazırlamak için ne kadar da uğraşmıştım.." Bu cümlenin ardından öldürücü bir sessizlik yaşandı. Bu sefer burnum başka sebepten dolayı doluyordu ve birden kahkahalarla gülmeye başladım. Sonra zoraki bir biçimde gülmemi bastırıp "Cinsleri neydi peki, çok üzgünüm güldüm ama.." diyebildim. "kocakafa, saka, ardıç ve bir sürü eşi benzeri olmayan tür" diye devam etti. Sonra cep telefonunu çıkardı ve "bakın, işte bunlardı. Kim neden yapar bunu, ne istediler onlardan..Hepsi çok mutluydu, onlara kaçırılmadan önceki gece çok güzel bir gece yaşatmıştım" dedi. O an benim için tüm değer yargıları, saygı, sevgi, irade herşey yok olmuştu. Avazım çıktığı kadar gülmeye başladım. Adamcağız kalakalmıştı, telefonu tekrar cebine koydu "hehe, evet herkes üzülme diyor, giden gider diyor zaten, hehe" dedi. Eve yaklaşmıştık, hala kendimi kontrol edemeden gülüyordum, cüzdanımı çıkartıp parayı ödedim ve kendimi arabadan aşağı yuvarladım.
Evde aklıma Elifin rahmetli kuşu "hanimiş" geldi. Onu da sevgiyle anıyorum.

8 Mart 2010 Pazartesi

Büyüyünce ne olacaksın yavrum?

Çocukken "Büyüyünce ne olacaksın?" diye soranlara dansöz diye cevap veren süper bir arkadaşım vardı.
Keşke hepimiz bu cevabı verseydik büyüyünce ne olacağımız sorulunca. Ben her seferinde farklı cevaplar veriyordum. Astronot olmak gibi bir gayem vardı başta. Sonra arkeolog, ressam, yazar, FBI ajanı. Bi kere de cerrah demiş olabilirim, belki de sadece düşündüm.
Hepsi için de mantıklı sebeplerim vardı, çocukken çok fazla kitap okuyup, her seferinde orda gözlemlediğim süpersonik karakterlerden biri olmak istiyordum. Dinazorlarla, eski Mısır uygarlığıyla haşır neşir olmak, herkesin görüp hayran kaldığı resimler yapmak, aya, marsa filan gitmek istiyodum. Dinazorlarla birebir iletişimdi istediğim. Bide jurassic park'ı yeni izlemiştim galiba, bunu düşündüğüm sıralarda.
Yazar olmayı da ortaokulda daha yoğun bir biçimde istemeye başladım. Hatta bir sürü hikaye yazdım, bi tanesi şizofren olup kafasına yarattığı dinazorla arkadaş olan kızın dramını anlatıyordu. Bir diğeri mahallede eroin bulan küçük hafiyelerle ilgiliydi. Hafiyelerden biri eroini bulup annesine "bu ne" diye soruyordu. Annesi ise bunu FBI'dan ve polisten sakladıkları için yaramaz çocuklara kızıyordu.Sonradan farkettim ki yazar olamayacaktım. Zaten o yazdığım edebi eserleri bir tek annem bide belki kuzenim Deniz okumuştur. Adeta bunalımlı bir edebiyatçı gibi, eserlerimi imha edişim, beni bir bakıma büyük bir yazar yapıyordu. 2 kişiden oluşan okuyucu kitlem de vardı. Ama biraz üzerinde düşününce, yazar olma fikri en az astronot olmak kadar uzaktı bana.
Bu gerçeğe rağmen, birşeyler yazmaya devam ettim. Bu sefer yazdıklarım, ağır ergenlik döneminin ürünüydü. Sürreal bir biçimde çalışıyordum. En sonunda o zamanlar gerçekten de beğendiğim bir hikaye yazdım. Hikaye şöyleydi; Yer altında yaşayan insanımsı varlıklar vardı. Bunlar toprağın altında yaşamaya mahkumdu. Her gün tek yaptıkları şey, yukarıya uzanan bir tünel kazmaktı. Yemek yemedikleri gibi, sıçmıyorlardı da. Bir gün yeryüzüne çıkmayı başardıklarında ise dünyaya meteor düşüyordu. Bu kadar da skindirik bitiyordu yani hikaye. Tırt olduğumu anlamam için bu kadarı yeterliydi aslında. Ama bu tırtlık bana mazoşist bir keyif de veriyordu.Çünkü ergendim.
Şimdi büyüyünce ne olacağımı sorsalar, manav derdim. Son iki senedir böyle bir hayalim var. Dünyanın en keyifli mesleği olabilir çünkü.
Bir buçuk sene sonra, psikoloji mezunu olacağım. Meslek olarak manavdan önce gelen budur, o derece seviyorum okuduğum şeyi. Ama 2. sırada Manavlık var.
FBI ajanı olmaya gelince, hollywood filmlerinin etkisi diyorum sadece.
Bütün bu sayıklarımın arasında, aslında en çok istediğim psikolog olmakmış. Eğer olamazsam, bahçemde yetiştirdiğim sebzeleri meyveleri, büyük bir mutlulukla insanlığa bahşederim. Kalan boş zamanlarımda da mahallede eroin bulan dinazorla ilgili bir hikaye yazacağım. Dinazor ve kutsal ülküler uğruna savaşan cesur çocukların buldukları eroinle nasıl köşeyi döndükleri, spoiler olarak sunulabilir.

19 Şubat 2010 Cuma

Kurbağalama ve Pantolon askısı

Ben hiçbir zaman ip atlayamadım.
Bunu itiraf olarak algılamayın sevgili dostlar. Sadece bir farkındalık olarak algılayın.
Her davranış öğrenme sonucu oluşur derdi sevgili "Psychology of Learning " hocamız Falih Köksal. Madem öyleydi ben neden her gün saatlerce bu konuyla ilgilenmeme rağmen öğrenemiyordum.Normal olan öğrenmem değil miydi.Bu konu hakkında çok fazla yorum yapasım var, çok yüzeyselmişim gibi oldu lakin ben şu ip atlama olayına değinmek istiyorum. =)
Bi oyun vardı ya, şimdi galiba oynamıyor çocuklar, ya da ben görmüyorum. Oyunun adı "üçgen"di, bi lastik ip yeterliydi oyun için. Bi de çoğunlukla kızlar oynardı o oyunu. 3 kişi lastik ipi bacağına geçirip direk vazifesi görürdü. Bi kişi de tuhaf hareketler yapardı, ipin üzerine atlamak "bas,gir, çık" yapmak gibi. Joker hakları, ilk "kurallar benden" diye bağıran kişi tarafından belirlenirdi. Herkes öyle mi başlıyordu oyuna bilmiyorum ama bizde kuralları ilk tez canlı kişi belirlerdi. Kurbağalama diye bi joker hakkı vardı mesela.Şimdi ip her oyun bitiminde giderek yükselirdi, güya seviye zorlaşırdı.Kurbağalama ipin üstüne atlayarak basamayan benim gibiler için vardı.Ve yerde ipin üstünde bağdaş kurarak vuku buluyordu.Biraz karmaşık bir şey farkındayım ama zaten boşverin, kurbağalama tekniği hayatınızın bir evresinde işinize yaramayacak =)) her neyse. Bi diğer joker hakkı da başkasını kendi yerine atlatmaktı. (Lan ,şimdi düşündüm de ne sapık bi oyunmuş) Ben her zaman kurbağalama tekniğine başvuran, yerime başkalarını atlatandım. Okulda her allahın günü, her tenefüs  oynardık. Ama hiç bir zaman iyi bir lastik oyuncusu olamadım. Yandığım için hep direk oldum.
Lastik iple oynanan bu acaip oyun dışında beni çocukken enterese eden başka bir olay daha vardı.Kayseride kuzenler deli gibi ip atlardı.Gürbüz ve sağlıklıydılar. İp konusu benim için acı bir olaydı artık. Çünkü milyon kere denememe rağmen ip atlayamıyordum. Kuzenlerim kaç kez atladıklarını saya saya ip atlıyordu. Bense önce bir bacağımı sonra da öbür bacağımı atlatıyor, bunu yaptıktan sonra bile sevincimi gizleyemiyordum. En sonunda kuzenim Gonca ile birşey keşfettik. Ben ona tutunduğum zaman ikimiz beraber ip atlayabiliyoduk. Bu nasıl oluyor hala anlamıyorum ama neyse. Kuzenim pantolon askısı takardı, ben de onun askılarına tutunurdum başlardık ip atlamaya. O çevirirdi ikimiz beraber atlardık. Ben 5 o 7 yaşında filandık galiba. Hey gidi hey.
Ama bu olayın yaşattığı mutluluk da uzun sürmedi. Çünkü bir gün biz yine ip atlarken Gonca'nın askıları yerinden çıktı. O odanın bi köşesine, ben başka köşesine savrulduk. Elimde askının ucundaki metalle kapıya doğru uçtum. Gonca da elinde iple şaşkın şaşkın bakıyordu düştüğü yerden.
O günden sonra onlar ip atlarken sokakta kedi kovalamaya başladım sevmek için. Başka bir alana yöneldim.
Anneannemin bahçesindeki bitkileri inceledim. Deli bir komşusu vardı, ben bahçedeyken devamlı onu görürdüm balkonda. Deli olması bana çok ilginç gelirdi ve üzülürdüm. Bana "ben askere gidicem." diye bağırır dururdu. Ben de " ben de seneye okula gidicem" derdim. Of. Fena oldum şimdi. =)

22 Ocak 2010 Cuma

"Hayatın Anlamı'ndan"

“Küçük bir akarsu herhangi bir engelle karşılaşmadığı sürece birikinti yapamazsa, insan tabiatı keza hayvan tabiatı da öyle bir yapıya sahiptir ki irademizle uyum içinde ilerleyen hiçbir şey dikkatimizi çekmez ve algımızı ilgilendirmez. Nasıl ki bütün bedenimizin sağlığını değil, ayakkabının vurduğu küçük noktayı hissedersek, yolunda giden işlerimizi değil bizi üzüp rahatsız eden önemsiz, anlamsız küçük bir işi düşünürüz. Bu sebepten ötürüdür ki sahip olduğumuz sürece hayatın önemli üç saadetini yani, gençlik, sağlık ve özgürlüğü farketmeyiz ,ne zaman ki kaybederiz o zaman ayırdına varırız onların.”






Shopenhauer-Hayatın Anlamı.







12 Ocak 2010 Salı

"Hayalet olmak"

Aklıma Freddy Mercury geliyor bu gün devamlı, hiç bir şeyle bağlantı kuramıyorum.

Geçenlerde Çınarımla aramızda şöyle bir konuşma geçti. Bir ay sonra 2. yıldönümümüz olduğundan tatlı bir heyecan hissediyordum. Ne bileyim, bi toplanırız birileriyle poker filan oynarız, eğlenceli olur diyordum içten içe. Bir yandan da elimde takvim, 11 Şubat'ın hangi güne geldiğine bakıyordum. Ama hevesim kursağımda kaldı çünkü bu ulvi gün Perşembeye geliyordu. Adeta romantik komedi yaşıyordum, tek başıma. (Bu arada gerçekten poker oynarız diye düşündüm, ama o düşünce nerden çıktı bilmiyorum. Ne kadar da gereksiz.) Hay aksi ! Perşembe günü okullar da açılmış olurdu şimdi. Çınarım Kocaelide ben burda okul da açık, zor olurdu o işler. Çınar "Belki gelirim ciğerim.Belli mi olur." dediyse de belli ki biz 2. yılımızı beraber geçiremicez. Yani öyle çok isterdim ki aslında 11 Şubatta şöyle Taksim'e gidelim, klasik davranışlarımızı sergileyelim ama o günü farklı şehirlerde geçirmeyelim.
Ben ay dönümü de, yıldönümü de hatırlarım arkadaş. Bi kere nesi saçma? Ben her ay çınarımın bana vardığı günü kutluyorsam bunun nesi saçma? O da hatırlıyor, iyi ki de hatırlıyor. Aslında hiç hatırlayamaz böyl şeyleri. Ama benim hoşuma gittiğini bildiği için hatırlıyor. Ya ay dönümü hadi neyse de, yıldönümü bence kutlanmalı. Koskoca 2 yılı devirmişiz yani.
"Gelirim belki" dedi ya, bi yandan içim kıpırdadı, bi yandan acaip geyik yapasım tuttu "Düşünsene yarim, 1000. yıldönümümüzü kutluyormuşuz. Taksimde hayalet şeklinde geziyormuşuz,trinity içiyormuşuz." dedim bunu çok da komik bularak. Aslında hiç komik değilmiş şimdi farkediyorum.Ve sonrasında Taksimde hayalet olursak neler yapacağımız hakkında bir saat konuştuk. Cidden çok eğlenceli olurmuş yahu, bi kere insanların içinden geçe geçe yürüyebiliten oluyor. Yemek yiyoruz alttan dökülüyor. Emo görürsek korkutuyoruz. Kaseyi çizdirme derdi yok.Halay çeke çeke saint antuan'dan içeri giriyoruz, istersek rahibeleri fortluyoruz.Arada Fredi merküri de gelir bizle takılır. Hatta belki de isteyen tüm arkadaşlar katılır. Ama o zaman anlamsız bir yıldönümü olur. İkimiz olalım bide maksimum acaip biri daha olsun. Hayalet olma konsepti zaten acaipliği de beraberinde getirecektir ama olsun.Hayalet olsun,candan olsun. Yiğitcanın da dediği gibi "Derisi parlayan, yavşak Twilight vampirlerini sevmiyoruz."
Uzun lafın kısası, ay dönümü,yıldönümü çok da saçma değil abi. Ben tarihlerle olaylar arasında ilişki kurmayı seviyorum belki. Çok önemsiyorum belki de yaşadığım her anı.
Ve Çınarımı..

10 Ocak 2010 Pazar

Yeni bir yıla girmek.

Merhabalar.

Sınav önceleri kendimi ders çalışmaya değil de abuk sabuk şeyler yapmaya teşfik ettiğimi farkettim. Bu zaten tüm öğrencilerin ortak özelliğidir, ama şimdi sizlere anlatmak istediğim şey çok daha farklı.
Yılbaşı benim için gerçekten anlamlı bir gün neden bilmiyorum. Aslında, saat 12ye kadar sanki saat 12de çok süpersonik birey olacakmışcasına heyecan duymamın anlamsızlığı 12den sonra da hacım bi şarap daha açalım moduna girdiğim an kendini belli ediyor.
Yılbaşlarında eskiden adetti, her zaman Elif, Ecem, Duygu ve ben genelde eliflerde buluşur evin mna koyar, sonra da ertesi gün evlerimize dağılırdık. Sonra her birimiz bi yerlere dağıldık, hatta onlarla geçirmediğim 2007-2008 yılbaşısı hayatımın en iğrenç günüydü diyebilirim.
Lise 2ye giderken kuzenim Deniz, evde bir yılbaşı partisi vermişti. Ortamda kimseyi tanımadığım için yine alkole abanmıştım, sonra birileriyle kavga etmiştim bişeyler kırıp dökmüştüm. Sadece kendi halinde takılan Mert isimli bir arkadaş dikkatimi çekmişti. Alkolden uzak duruyor, hiçbir şekilde hiç bir dans figürü sergilemiyor ve adeta kınarcasına, eğlenen diğer insanlara bakıyordu. İçtiği vişne suyu isyan ediyordu. Yanına gittm."Mert sana vişne suyu takviyesi yapayım ver bardağını" dedim. İtaatkar bi şekilde bardağını uzattı. Bardakla beraber mutfağa gittim ve vişne suyunun içine Nuri alço edasıyla biraz votka ekledim. Mert bardağı aldı, bir yudum içti ve masaya geri koydu. Anlamamıştı. Sonra onu gözlemlemeye devam ettim. Bir dikişte geri kalanını da bitirdi ve "olum, daha yok mu lan" gbi birşey söyledi. 2. bardakta votka oranı artmıştı, mert 2. bardağı da götürürken bense kendimi tutamayıp gülmeye başladım "lan votka koydum ben ona. içtin hepsini lan" diye ağıra bağıra gülmeye başladım. Aslında olayı tam hatırlamıyorum ama büyük ihtimalle öyle olmuştur. Çünkü Mert bunu öğrendikten sonra şu zamana kadar beni  "kötü yola düşüren kız" olarak takdim etti diğer insanlara. Yıllar boyu geyiği dönen bu olaydan sonra uzun yıllar mertle görüşmedik. Bir kaç kez Taksimde nevizadede karşılaştık, sünger gibi içiyordu. Ancak Nuri alçoluğumu da insanlara anlatmaktan asla çekinmiyordu.
Bu yılbaşında da Çınarım, elifim ve alişimiz beraberdik, bizdeydik. Güzel bir yemek yaptık hepberaber, Çınar baş şef bizde yardımcıları şeklinde. Yemekten sonra şarap içmeye ve kağıt oynamaya başladık, eşşek, pis 7li ve içilen şaraplar iice keyiflendirmişti bizi. Ama gecenin asıl olayı şöyle gerçekleşti. Pis 7li oynarken arkada Serdar Ortaçın karabiberim şarkısı başladı. Yeşilçamı aratmayan dans figürlerimizin ardından, elif alinin göbeğinden zeytin yedi. Çınarla ben altımıza ediyorduk gülmekten, hayatımda gördüğüm en komik sahnelerden biriydi herhalde. =)))) hala aklıma geldiği zaman gülüyorum. Elifin bu olaydan snraki tepkisi ise "kılların dişlerimin arasına kaçtı be hayatım" oldu :D
Gecenin ilerleyen saatlerinde iice kopmuştuk kollarımız bacaklarımız irademiz dışında hareket ediyor, seksi seksi göbeğimizi sallıyor ve halay çekiyorduk. Yılbaşı ağacının süsleri ise boynumuza dolanmıştı, elimizde şaraplar adeta kendimizi yılbaşı oryantalleri ile bir tutuyorduk. Çınarım bana kıç atıyor ben kendimi evin öbür tarafında buluyordum, gülerek yanlarına gidip oynamaya devam ediyordum. O sırada kapı çaldı. Gelenler Kuzenim deniz ve Mertti. Bi anda neye uğradıklarını şaşırdılar ve Deniz hemen ortama uyum sağlayarak dansımızın çekiciliğine kendini kaptırdı. Bizse Boynumuzdaki yılbaşı süslerini Mertin boynuna doluyor bi yandan da dans ediyorduk. Mert koltukta boynunda yılbaşı süsleriyle bizi izlerken yanıbaşında duran torbayı farkettim. Çok büyük bir krallık yapıp 2 şişe şarap almışlardı, hemen açtık. Sonra yine eşşek oynamaya başladık. Deniz, Mert, ben ve çınar. Elimizde normalde 4 kağıt olması gerekirken bende 6-7 mertte 3 çınarda 5 kağıt filan oluyordu. Bu şekilde gülmekten altımıza ede ede geçirdik yılbaşını. Çok eğlendim çok mesud oldum. Mert de artık onu eskiden sarhoş etmiş olduğumu unutmuştu, barış içerisinde bir gece geçirdik hep beraber. Öbür sene de bu kadar eğlenmek istiyorum ben! ehe he

Sevgiler herkese =)