16 Mayıs 2014 Cuma

Merhaba Dünyalı

Depresyondaydım. Serdar Ortaç'ın "hayaat beni neden yoruyosuuuun" şarkısını şimdi daha net anlıyordum. Günlerce evden çıkmamış, yemeksepetinden sipariş vererek kendi bokumun içinde yatıyordum. Siparişe not olarak  "abi gelirken marketten de bi paket sigara kapın" diye not düşüyordum sağolsunlar beni kırmıyor ve sigaramı da alıp getiriyorlardı yemek siparişimi. Bazen kendimi koltuktan kaldıramıyor yere olanca gücümle bırakıyordum naçiz vücudumu. Bir saat boyunca yerde sürünerek mutfağa gidip 5 litrelik suyu kafama dikiyor, sular suratımdan süzülürken geri sürünerek gidip yosun tutmuş koltuğuma yatıyordum. Kendimi izdivaç izleyerek kırbaçlıyor ve bu Cizvit hayatına tam gaz devam ediyordum.

Yine bir yemek siparişi vermiş beklerken, kapı beklediğimden 15 dakika önce çaldı. Kapıyı açtım ve her asosyal birey gibi karşımdakinin suratına bakmadan "borcum ne kadar" diye sordum. Cevap gelmedi.
Karşımdakinin yüzüne doğru ürkek ürkek baktım ve gördüğüm karşısında geriye kalan 2 gram beynim de kendini imha edince çığlık çığlığa bağırmaya başladım. Karşımda minik kafalı, cart pembe renkli burunsuz ve koca götlü bir oluşum duruyordu, üzerinde ise pasaklı bir bornoz vardı. Evet, evde kalmaktan artık psikotik bir hal almıştım, bu oluşum gerçek değildi ve acilen en yakın psikiyatri kliniğine gitmem gerekiyordu.

Gerçeklik algım bana oyun oynuyordu, bu depresyon işi artık çığrından çıkmıştı.
İçeri bu sefer sürünmeden gittim ve dumur olmuş bir şekilde koltuğa oturdum. Televizyonda izdivaç devam ediyordu, Azeri Nurcan 34. talibi ile görüşüyordu. Şimdilik her şey normaldi. Derin nefesler alarak biraz sakinleşmeye çalışırken tiz bir ses duydum " özür dilerim ama tuvaletinizi kullanabilir miyim" diye soruyordu bu ses. Tamam katatoni, görsel ve işitsel halüsinasyonlar. " Altıma işiyciğim lütfen girebilir miyim" diye sordu kapıdaki tekrar. Nasıl bu kadar gerçek olabilirdi bu durum? "Gir madem" dedim ve koltuğa yapıştım. Koca götünü devire devire salondan, önümden geçerken gülümseyen mahçup gözlerle bana baktı. "ilerde solda" dedim.

Bir anda kulakları sağır eden bir patlama sesi geldi. Tuvaletin kapısının altından pembe dumanlar yükselmeye başlamış, ve evdeki bok kokusunun yerini adeta bir bahar kokusu almıştı. Noluyor lan derken kapıyı kibarca açtı gizemli misafirim. " ses için özür diliyciğim, çok uzun zamandır yoldaydım hacetimi gideremedimdi" dedi.
"Abi" dedim "Kafamın içinde yarattığım tipe bak. Nasıl bir tipsin sen yahu" " Teni daha da pembeleşerek cevap verdi " Ben dünyalı değilim. Ben Mars'ın uydusunda yaşayıyorum. Merhaba dünyalı, ben dostum" dedi ve elini uzattı. Bu klişe sahneyi bana yaşatan beynime sıçayım diye düşündüm. "Hangi uydu oğlum. Marsta hayat yok ki anasını satim uydusunda olsun. Olsa bulmuşlardı şimdiye kadar" diye ona inanmadığımı belirttim.
"Bir dakika bir dakika şimdi açıkliyciğim" dedi. Sonra elleriyle koltuğu işaret ederek " oturabilir miyim" diye sordu.

Tatlı bir sohbete başlamıştık. Her fırsatta onun benim zihnimin bir ürünü olduğunu, fakat delirdiğime inanamadığımı, inkar ettiğimi, o sebeple konuşmayı sürdürdüğümü söylüyordum. Marsın sadece 2 uydusu değil bilinmeyen bir uydusu daha olduğunu, orada herkesin pembe ve kibar olduğunu; havasını suyunu, taşını toprağını anlatıp duruyordu. " Biz dünyayı çok seviyoruz. Fakat siz bizi sevmezseniz çok üzüliciğiz" dedi içli içli. "Yahu neden böyle Kuşum Aydın gibi konuşuyorsun. Kibar mı olunuyor öyle" diyerek üzerine gitmeye devam ettim. "Öyle deme rica ediciğim, insanları tanımak için geldim kalbimi kırma" dedi küçük kafasını sallayarak. "Şu üzerindeki bornoz nedir allasen. Hiç yakışıyor mu bu sikik bornoz senin üzerine" dedim.

Dışarı çıkarsak linç veya tecavüz edebilirler diye düşünerek odamdan bir kıyafet seçmesi için beraber odama gittik. Onun koca götüne uygun bir pantül bulamadığımızdan ne giyse olmuyordu. Zaten hiç bir şeyi de modaya uygun bulmuyor beğenmiyordu. Onun bu müşkülpesent hali iyiden iyiye sinir etmeye başlamıştı beni. Sonunda bir taytı esnete esnete giyebilmeyi başardı ve üzerine Çınar'ın bizde bulunan kırmızı bir tişörtünü giydi. "Benim gerçek olduğuma inanmıyorsun ama ben gerçeğim beyefendi" dedi bana. Sonra memleketindeki dağlardan, denize paralel olan ormanlardan bahsetmeye devam etti.

Gerçek olduğunu ispatlamam gerekiyordu çünkü bu olayı gidip bir psikiyatri kliniğinde anlatmak biraz enayilik olurdu, bir kaç kişi de onu görürse bu inanılmaz ve mucizevi bir olay demekti. Bana neden beyefendi dediğini de çok sorgulamak istemeden telefonu elime alıp Anıl'ı aradım. Açmadı. Sonra Elif'i ve Çınarı aradım çalmadan açtılar ve gelmek için yola koyuldular. Ben telefon görüşmelerimi yaparken o da eve meraklı gözlerle bakıp kabalık olmasın diye yerinden kıpırdayamıyordu. "Rahat ol lan, kendi evinmiş gibi takıl" diye cesaretlendirdim onu. Sonra Anıl'ı tekrar aradım bu sefer açtı " Abi çabuk uyanıyorsun, işini gücünü oyununu her boku bırakıp bize geliyorsun. Hatta Selin'e de söyle o da gelsin" diyerek onun konuşmasına fırsat vermeden telefonu kapattım. Birden aklıma daha pratik bir çözüm geldi ve skypeı açıp Minnak'ı aradım. Bu esnada Götlü, evin içinde dolaşıyordu. "Ya pardon adın neydi yoksa sana Götlü diye hitap edeceğim ayıp olmazsa" dedim. Yüzünde güller açarak bana döndü " O zaman benim adım da Götlü olsun " dedi. Onun bu aşırı kibarlığı taşlaşmış kalbimi bir anda eritmişti, " Ah kuzuuum, Götlü der miyim ben sana nedir söyle gerçek adınla hitap edeyim" dedim. "Ah teessüf ediciğim, istediğinizi söyleyebilirsiniz. Ama madem merak ettiniz adım Tanka" dedi. Sonra bir anda Minnak'ı aradığımı hatırladım ve laptopın ekranına döndüm "Elifçiim kusura bakma çok çok önemli bir hadise oldu, aklım başımdan gitti" dedim. Götlü'nün kafası da ekranda yanımda belirmişti. Fakat son konuşmalara zaten şahit olmuş olan Minnak ekran karşısında kalakalmış error vermişti. "Hasiktir o ney laan" diye bir feryat koptu Minnaktan. "Abii görüyor musun ha görüyor musun Götlüyü" diye heyecanla bağırdım. Tam o esnada kapı çaldı. "Ben bakıciiiiiim" diyerek ceylan gibi seke seke kapıyı açmaya gitti Götlü.

Bundan sonraki bir saat şaşkınlık, ayılıp bayılmalar, inkar etmeler ve sonunda büyük bir kabullenme ile geçti. Deli olmamanın verdiği rahatlık ile ortada koşturup duruyordum, Minnaktan sonra Yiğite de skypedan göstermiştik bizim Götlüyü, bir genetik mühendisi olarak yorumlarını almak istemiştik fakat Yiğit "akbilini götlüye bağışlayacağını" söyleyerek daha mühim bir sorunu çözmüştü. "kih kih kih çok teşekkür ediciğiim" diyerek kucaktan kucağa gezen yeni dostumuz bize hayatımızın en inanılmaz gününü bahşediyordu. Çınar iş bulamazsa şantiyede iş imkanı sunabileceğini söylüyordu fakat uzun süren bir tartışmadan sonra Götlünün namusu bizim de namusumuz kabul ettiğimiz için bu karardan vaz geçtik. "Enikonu düşünmek lazım Götlüyle napacağımızı" dedi Çınar. Elif ise sigarasından bir nefes alıp " Abii, bunun namusunu koruduk diyelim bizimkini kim koruyacak mna koyim" diyerek güzel bir konuya parmak bastı. Anıl " Benimle yaşasın da Çağla her sabah Burhan Çaçanla uyandırır Götlüyü. Yoksa sorun olmaz gelsin. " diyerek çorbada onun da bir tuzu olmasını istediğini belirtti. Enikonu tartışmıştık olayı ve Selinin evinde kalmasına karar vermiştik derken Götlü birden bize döndü ve " Sevgili dostlarım, ben zaten dünyada kalamiyciğim" dedi. " 50 yılda bir, aramızdan bir gönüllüyü dünyanın bir yerine gönderiyoruz ve kalabilme süremiz sadece 10 saat olicik. Ben gidiyorum sizleri çok sevdim, Götlünüzü sakın unutmayın" dedi ve bir anda buhar olup uçtu sanki.

Hepimiz kalakalmıştık. Nasıl da bağlanmıştık ona hemen. Gözyaşlarımız sel gibi akıyordu arkasından. Çünkü hiçbir şey eskisi gibi değildi artık, o iyiliği yüce gönüllülüğü ile bizi utandırmış ve sonra uçup gitmişti. Belki 50 sene sonra yine o seçilir, tercihini bizden yana kullanırdı bilemiyorduk. Efkarlanmıştık, bir rakı masası kurup sabaha kadar Götlümüzün arkasından ah çekip şerefine içtik.




1 Mayıs 2014 Perşembe

Ben ve robotum

Günlerden pazartesi. Gözlerimi açtığımda bebek mavisi bir çift göz ve en sevdiğim şarkı ile uyandırıldım. "kalk bakalım koca bebek" diyerek bir fincan kahveyi burnuma doğru uzattı sevgili robotum. Onun o pürüzsüz gri yüzüne baktıkça geri uyuyasım geliyordu ama bu kibarlığa mani olamazdım. Jetgiller çizgi filmindeki robot Rosie bile bu kadar sevimli değildi.
Üniforma kıvamına gelmiş olan kıyafetleri sırtıma geçirip evden çıkarken canımdan bir can robot ise odamı toplamaya başlamıştı bile. Ben işe gidince ne yapıyor çok merak ediyordum bazen, popular science okuyup Carl Sagan'ın eski Kozmos serisini izlediğini, geldiğim zaman bana anlatacak bir çok eğlenceli ve değişik bilgilerle kendini donattığını biliyordum. Sırf beni eğlendirmek için higgs bozonunu tam olarak öğrenmiş ve bana anlatmıştı benim cici robotum. Onun sayesinde frontal lobumun kısıtlılığına rağmen yeni bir şey öğrenebilmiştim. Bazen geceleri mum ışığında bana obeb okek anlatıyordu, alese gireceğim için sert bir baş öğretmen edası ile " hala dexter, hala game of thrones. Acaba sınavda sana bunları mı soracaklar" diye tatlı sert eleştiriyordu beni.
Çalıştığım yerde boş vakitlerimde internette tavla oynadığımı öğrenince, en son ona yüklenen budaklı odun özelliğini aktive edip, kafama budaklı odunla bir kere vurduktan sonra, artık boş vakitlerimi kitap okuyarak değerlendirmeye başlamıştım. Fakat sanki göğsüme bir fil oturmuştu, okuyamıyor odaklanamıyordum artık. Robotumdan gizli internette poker oynamaya başladım bu sefer. Bunu farketmesine imkan yoktu.
Ses çıkmamasına itina göstererek anahtarla kapıyı açtım. Aslında anahtar kullanımı 120 sene evvel yasaklanmıştı artık göz tarama aygıtı ile evlere giriliyordu fakat ben hala cebren ve hile ile anahtar kullanıyordum. Salona geldiğimde robotum bacak bacak üstüne atmış ve sitemkar bir yüz ifadesi ile beni karşıladı. Noldu lan yine niye trip atıyorsun diye sormamla, masanın üzerine kahverengi bir zarfı fırlatması bir oldu. "Bunlar ne çabuk bir açıklama istiyorum senden" diye çemkirdi bana. Zarfın içinde geçen gün arkadaşlarla okey oynarken çekilmiş bazı fotoğraflarım yer alıyordu. Bir tanesinde alnıma okeyi yapıştırmış, ağzımı ayırmış gülüyordum. "feyk bunlar. artık iyice çamurlaştın" diyerek olduğum yerde sindim. Sesinin volümünü 100 e getirerek " hasiktir lan ordan, feykmiş. Yrramı feyk" diye bağırdı bana. Sonra da önüme Stephen Hawking'ten "Zamanın kısa tarihi"ni koyarak " otur şunu okumaya başla, bu akşam da beraber işçi problemlerine çalışacağız" dedi ve beni orada göt gibi bırakarak tuvalete sıçmaya gitti.
Hayallerini kurduğum arkadaşlık, robot sevdası bir anda kabusa dönmüştü. Budaklı odunu belime yeme korkusu ile yerimden milim kıpırdayamıyordum. Bu nasıl sevgi, bu nasıl aşktı? Ben insanların okumadığını, öğrenmediğini eleştirip bu robota evimi açmış, onunla entelektüel bir hayata adım atmak istemiştim. Fakat karşılığında hakaret, küfür ve dayaktan başka bir şeyle karşılaşmamıştım. Evet bana katkıları çok olmuştu ama aşkımız artık buraya kadardı.
Onun sıçmasını fırsat bilerek telefonuma davrandım. Yardım etmesi için önce Çınarı, sonra Elifi aradım. İkisi de her şeylerinden feragat ederek yola koyuldular. Sonra Anıl'ı aradım açmadı. Kendi kendime "uyuyordüüüüm" diyerek kıskıs güldüm. Anılın o esnada uyanıp kalkıp Tarabyadan bahçelievlere gelmesi ve robotu haklarken bize yardım etmesi namümkündü. Bir de önce sıçmak isterdi. O sebeple Elif ve Çınarı dört gözle beklemeye koyuldum.
Bu esnada Robotum tuvaletten çıkmış bana brokoli, enginar ve pırasa haşlıyordu. "Sağlıklı bir beden için haftada iki kez balık, neredeyse her gün sebze yenmelidir" diyordu bi yandan da o metalik sesi ile. "he yaa he he" diye kendi kendime fısıldayarak kitabı okuyormuş gibi yapmaya devam ettim.
Saatler geçiyor Elif ve Çınar ortalıkta görünmüyordu. Bu esnada kitabı da bir hayli okumuştum, fotonlar, görelilik kuramları, ışık hızı, büyük patlama derken kafamı kitaptan kaldırdığımda yine bir çift mavi göz ile karşılaştım. Bu sefer şefkatle bana bakıyordu robotum. " Sana ettiğim küfürler için özür dilerim, ense bölgemdeki devrelerin arasına seni dövdüğüm odundan bir dal sıkışmış, onu çıkartınca her şeyi anladım" dedi ve birbirimize sarıldık. Zır zır ağlıyordum. "ben seni döğdürmek için arkadaşlarımı çağırdım gelip şimdi senin ağzını burnunu kıracaklar" diye hıçkırıyordum.
Bu esnada Çınar ve Elif kapıyı kırarak içeri girdiler. Kırılan kapı, insanlık olarak geldiğimiz teknolojik noktanın bir getirisi olarak, kendiliğinden geri yerine oturuverdi.  Ben " oh yooooo" diye bağırırken ellerindeki levyelerle robotumun ağzını burnunu dağıtmaya başladılar. Robotun mavi gözleri yanıp yanıp sönüyordu " ipneleer" diye feryat figan bağırıyordu. Demek bana yalan söylemişti, demek dal sıkışmamıştı bu robot küfürbazın arsızın tekiydi. "Vurun kahpeye" diye bağırdığım o esnada robot kendini imha moduna geçerek büyük bir gürültü ile patladı. Onun patlaması ile üçümüzün kafasına konfetiler yağmaya başladı. Ağlamak ve sevinmek arasında gidip geliyordum. Derken kapı alacaklı gibi çalmaya başladı. Açtığımızda karşımızda koltuğunun altında okey ıstakaları ve elinde dondurulmuş gıdalardan ve patsosislerden oluşan koca poşetler ile Yiğit beliriverdi. Gözlerini robota dikerek ince ve içli bir sesle " Gitti canım roooooobot aaabiiii" dedi ve içeri girdi.