12 Ocak 2016 Salı

Atın Beni Denizlere

İç dünyam ile gerçek dünyanın birbiriyle hunharca çakıştığı vıcık vıcık gözlem içeren bir başka yazıya daha hoş geldiniz. Bunları elimde bir mikrofon ile anlattığımı ve sonunda herkesin rem uykusuna geçeceği bir konuşma gerçekleştirip utanıp arlanarak sahneyi terk edeceğimi hayal ediyorum.

Bilbo Bagginsin birazcık pipo tüttürüp bir sonraki öğünde yiyeceği yemeği düşlerken bir anda Gandalfın çıkagelip, Bilbonun keyfini skip atarak onu bir maceraya davet etmesi bir zamanlar Hobbiti okurken en sevdiğim kısımdı. Şimdi Gandalf'ın g.tün önde gideni olduğunu düşünüyorum. Bunun benimle ne ilgisi var, tabii ki yok.

Önemli bir sebepten dolayı, haftada 3 gün şehir içinde yaklaşık 5 saatlik bir yol tepiyorum. Bahçelievler'den Pendiğe gidiyorum. Minibüs, metrobüs,metro, otobüs, otobüs,metro,metrobüs, minibüs. İşte sürprizlerle dolu yolculuğumun formülü bu. Bu süre zarfında çoğunlukla gözlem yapıp, rahatsız edici bakışlarımı insanların üzerinde gezdirip, onların bir parçası, can pazarının bir mahsülü olmak istiyorum. Vejetaryen değilim, yamyam hiç değilim. Hannibal Lecter'a saygı duyuyorum ama onun gerçek olmadığını biliyorum. Psikopat değilim. Pamuk hemşire de değilim. Ama Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam kitabındaki karakter gibiyim biraz. Okumayana açıklayamam. Birazdan örneklerle anlatacağım.

Metrobüste biri kalkacaksa eğer, kendini bir durak önceden otururken belli ediyor. Elindeki telefona kitlenmiş halde iken, bir anda çantaya konuluyor ve boyun öne uzatarak boş gözlerle camdan dışarı bakmaya başlıyor kalkacak kişi. İşte o an ben o yöne, sanki hiçbir şeyden haberim yokmuş da tesadüfen orada bulunmuşum gibi gidiyor ve oturuyorum. Kimse taa uzaktan ne bok yemeye geldin diyemiyor. Önünde koltuk boşaldıysa oturma hakkın var çünkü, metrobüs adabına göre uzaktan kalabalığı yarıp oturamazsın. Uzaktan koşarak kapsan bile kınayan gözlerle bakarlar sana. Yazılı olmayan kurallardan biri de bu bence. Oturarak gitme ulan sen de diyebilirsiniz ama neden oturmayayım abi. Kimseye de yer vermem ayrıca. Acımasız olmak toplu taşımada hayatta kalmanın kurallarından biri bana göre. Herkesin bu vahşi hayatta bir stratejisi olmalı. Bence.

Teyzeler, yanında kitap okuyan biri varsa inene kadar o kitaptan en az on sayfa okuyorlar. Ama sadece teyzeler, emmilerin kafa yorgun galiba pek iplemiyorlar kitapları.

Boğaz köprüsünden geçerken o kadar boktan duraktan sonra pencereden ilk kez güzel bir şey çıkıyor karşımıza. Ben ağzımı ayırıp bakarım her seferinde ama etrafımdakiler bir sefer göz ucuyla bakıp kafalarını çeviriyorlar, bunu farkettim. Böyle sanki çok ünlü birini görmüşte ilgilenmiyor gibi. Sanki hepsinin evi boğaz manzaralı. Yine mi aynı terane dercesine, ellerindeki telefona daha bir gömülüp daha bir canla başla instagrama giriyorlar. Güzel olan bir şey görmezden gelinmemeli. Ama geliniyor. Bana kalırsa yolculuğun en güzel yanı köprüden geçmek çünkü dünyaya tek ait olan şeyi görüyorum o sırada. İnsan eliyle yapılan her şey bir anda yok olsa geriye kalacak nadir şeylerden. İnsanlar belki etkilenmiyor belki de "çok kentli", "çok istanbullu" olduklarından etkilenmemiş gibi yapıyor. İstanbullu var mı acaba bindiğim herhangi bir metrobüste, ben de dahil.

Sonra inip Kartal metrosuna doğru yürümeye başlıyorum. İnsanlarda en gıcık olduğum şeylerden biri de aşırı ellerini kollarını sallayarak yürümeleri. Bence bu acele ederek bir yere yetişmek zorunda kalanlara büyük haksızlık. Kalabalığın içinde yürürken senin kolunla temas etmek zorunda mı bu insanlar? Sırf bu haksızlığı yaptılar diye hafiften yakın geçiyorum çok kolunu sallayan birine. Çarpıp özür dilesin diye. "Pardon" dedikten sonra kolu bana çarpan kişi, "önemli değil" diyerek yürümeye devam ediyorum.

Kartal metrosuna inmek için yer kabuğundan inip magmaya kadar devam etmek gibi bir şart var. Belirli banka atmleri var ama hiçbiri çalışmıyor. Öyle dekor amaçlı koymuşlar onları. Metronun içinde en güzel yer, 3lü koltuklar bence. Çünkü sağa veya sola kafa yaslayıp uyuyabiliyorsun. Simetrik balık desenleri de güzel tavandaki. Yerdeki anlamsız şekiller ise belirsiz bir matematiğin ürünü. Asla soyutlayamıyorsun. Telefon çekmiyor burada, yaklaşık 1 saat sürüyor Kartal'a varılması. Soğanlık, Gülsuyu gibi insanda kokuları çağrıştıran durak isimleri var. Bir nevi sinestezi yaşıyorsun, algınla oynuyor duraklar. İnsanlar daha çok kitap okuyor Kadıköy Kartal metrosunda. Uykuya dalmak ise daha tatlı ama başta dediğim gibi üçlü koltuğu kapmak bu noktada önemli.

Otobüste ise çok dolu olduğundan, orta kapıdan alıyorlar yolcuları. Akbiller elden ele dolaşıyor. Biri hepsini basıyor ve geri dönüyor. Akbil dedim ağız alışkanlığı, istanbul kart tabi. İstanbul kartım bana dönünce otobüsteki herkesle gurur duyuyorum. Böylece Pendiğe ulaşmam gereken noktaya varıyorum.

Agresif gelebilir bu yazdıklarım, ancak tam tersi olumlanmış halde yazdım her şeyi. Hayatımızdan saatler gidiyor işte böyle, sanki çok normalmiş gibi katlanıyoruz. Bir yere ulaşmaya çalışırken bile sanki ilkel bir şekilde bir mağaraya zincirlenmiş ve elimizden hiç bir şey gelmeden insan ve diğer şeylerin gölgelerini izlemek zorunda gibiyiz. Mağaradan kaçıp yalnızca gölgeleri izlemek zorunda kalmayanlar için buraya her defasında geri dönmek ve bu şekilde yaşamak zorunda olmak ne kadar zor. Aklıma Planton'un mağara alegorisini getirecek kadar fazla vaktim oluyor yolda düşünmek için.  Şu filmlerdeki gibi tahta bavulla "öcümü alacağım senden İstanbul" diye bağırdığım anda göyneği giydirin yatırın beni bir hastaneye. Ama daha vaktim var gibi.