16 Aralık 2011 Cuma

Uyandırmaya Kıyamadım

Kimi ilgilendirir gerçi, ama beni ilgilendirdi. Bende kalan arkadaşlarımın eşimin dostumun sabah erken kalkıp defolup işlerine güçlerine kaçarcasına giderken bana bıraktıkları notlardan bir kaç tanesi :
 Duygu : Günaydın yavruz. Şu salak anketler için erken kaçmalıyım. Dün gece çok güzeldi, uyandırmaya kıyamadım heheahah. Seni çok sevmek ben biliyosun. Uyanınca çaldır beni seni evden arayacağım :) Ciddiyim anket yapcam sana. (Rujla kağıdı öpmüş sonra da, Ruj lekesini yaparken çok eğlendim sapık mıyım neyim? yazmış)

Didem ise bir şiir yazıp bırakmış bana bir sabah

Yarlar arasından seni seçtim
Akan ırmağa girmez dedim
Rastgele sevmez dedim
İnce ince sövmez dedim
Manidar olmaz yarim

P.S: I love you. ( Hollywood'a son zamanlardaki düşkünlüğünü dikkate alıyorum)
I ate hot dog today. Got a get fresh ready for school. Because it's fridayyyy

Annem : Mutfakta neden 3 şişe şarap var? Ve niçin lavabodaki bir tabağın içi şarap dolu halde duruyor? Bana mantıklı gelmedi ?

Denizin de yazmış olduğu uyandırmaya kıyamadımlı bir not vardı ama bulamadım onu. Genelde baş ucuma not bırakıp kaçıyor sabah bizde kalan her kimse. Ya da ben ayılar gibi öğlene kadar uyuduğum için olabilir mi. Bilemiyorum. Uyandırmaya kıyamadım da yüzyılın geyiği, evden kaçan çapkın herif notu direk. Okanla town centerda broşür dağıtan bir gay görüp duruyorduk bikaç sene önce, adam stand filan kurmuştu bişey broşürü dağıtıyordu. Bi gün gittiğimizde yerinde yoktu, Okan da gidip  broşürlerden birine " Uyandırmaya kıyamadım.. Çok güzel vakit geçirdim. Cenk Tüzmen" yazdı, kaçtık sonra. Hisleriyle oynadık adamın. Şimdi düşünüyorum da ne komikmiş ne de hisleriyle oynamışız. Kazık kadar tipler iki saniye eğlenmişiz sadece.

11 Aralık 2011 Pazar

Dantenin cehenneminde allah allah efektleri

Dante's inferno. Oyundaki en etkilendiğim olay galiba bebek katili olmaktı. Cehennemin Lust katındaki kadın canavarın memelerinden bebekler çıkıp bana saldırıyorlardı. Ben de onlara Azrailden almış olduğum kılıçla saldırıyordum. Sonra  kadının devasa ellerine saldırdım tek eliyle uçurumun kenarından tutarken yılan başını yukarı atlayıp ona doğru çevirdim. Kadının memeleri yandı. Sonra sevdiğim kadın zenci tarafından kaçırılmıştı onun peşinden gitmeye devam ettim. Noldu lan öyle? Bu gün kalktım kahvaltı yaptım oysa, sonra Mert ve Elifle görüştük filan. Ama kabus göreceğim sanırım. Cehennem harbi Dante's inferno oyunundaki gibiyse yeminle çok iyi bir insan olacağım. Dev bir kadının memelerinden bebeklerin çıkıp bana saldırmalarını istemiyorum. Bi de bunca işimin arasında arada önümde diz çöküp acı çeken insanların ruhlarını huzura kavuşturdum. Bi üçgene bi kareye bi yuvarlağa bastım. Ruhlar huzura kavuştu. Harbi kavuştu yani. Ama sevdiğim kadın zenci tarafından kaçırıldı laan. Onu kurtaramadım. Vay anasını ya şu an ben pikaçuyum diye camdan atlayan çocuğu anlıyorum. Dümdüz hayatı olan bir insanı bi oyun bile etkileyebiliyor sanki. Tabi yaklaşık 5 saat kadar cehennemde yaratıklarla savaşmış olmamın etkisi büyük. Cennetli oyun olsaydı onu kimse oynamazdı işte. Varsa yoksa kötü canavarlar 3 başlı ağzından sümükler dökülen yaratıklar. Hiç sevmiyorum onları. Ama karıyı zencinin elinden kurtarmam lazım hafif dozlarla oyuna devam edeceğim. Başım göğe erecek çünkü. ehehehe

8 Ekim 2011 Cumartesi

Radyo

Az önce Mert bana mesaj attı. Abi "Best fmi açsana çok taşak" diye. E açayım dedim ben de. Beş dakikada değişir bütün işler köşesini dinliyorum şu an hatta. Her neyse. Ben radyoyu unutmuşum lan. Radyonun ne olduğunu resmen unutmuşum. Çocukken walkmanim varken dinlerdim kasetten sıkılınca. Yani kaç sene olmuş. Çok sene olmuş.
Şu an Fazıl Sayın üzerine gidiliyor bu radyo programında. Elbet Fazıl Say babamın oğlu değil ama kimse düşüncelerini belirtemeyecek mi lan. Hala arabesk yavşaklıktır muhabbeti yapılıyor. Bir sene oldu yahu. Neymiş Fazıl Say arabesk yavşaklıktır demiş, vay efendim nasıl dermiş. Hatta dediler ki, "Fazıl Say düğünde org çalanlardan farksızdır" :) yörü git lan, gübibik diye kapattım radyoyu. Mert ne demeye bana illa best fmi aç dedi acep diye düşündüm. Aha radyo dolunay diye ürkünç bir radyoya denk geldim şu an. Her yerde yanınıza her zaman sizlerle. Dolunaay. Doluunay. dolunay. diye ruhani bir ses çıkıyor. Aboov. 2011de radyoyla yeniden tanışan bir bireyim . Ne ayıp. Severiz zamanla.

26 Eylül 2011 Pazartesi

How I met Akshat the Hindu Boy

Sizinle bir şey konuşacağım. Birini anlatacağım. Çok uzun sürecek ama değer.
Üniversite 2. sınıfta Visual Art diye bir ders almıştım. Ulan sanat nedir hiç bir fikrim yok, azcık bir şeyler öğreneyim de hayvan evladı gibi gelip gitmeyeyim bu dünyadan diye. Derste dönem dönem resim alanındaki eserlerden, fotoğraftan ondan bundan bahsedilecekti. Minik beynimle her gördüğüm tabloya ağzım açık bakıyor, yorumları dinliyorken birden ince bir ses ile kendime geldim. İngilizcesi bizim türk aksanlı değildi ama erasmusluların şiirsel aksanları gibi de değildi. Kafamı çevirdim bir baktım enee Hintli lan bu dedim. Sınıftaki diğer elemanların yüzüne yerleşmiş manidar gülümsemeleri eshefle kınayıp önüme döndüm tekrar. Nesi vardı ki yani Hint aksanının, tamam azcık komikti de bence höt höt diye konuşmuyordu bizim gibi. Üstelik adam bülbül gibi ingilizce biliyordur benim gibi present simple tense ile derdini anlatmıyordur dedim. 

Bir sonraki hafta hoca sunum yapacağımızı ve grupları kendisinin belirleyeceğini söyledi. Ben sıçmıştım kesin. Çünkü ne zaman bilmediğim bir dersin sunumu olsa beni en abidik gubidik kişilerle aynı gruba koyuyordu bu hocalar, bir dağın tepesine çıkıp haykırmak istiyordum her böyle olduğunda "NEDEEEN"  diye.(bakınız: http://taritiwele.blogspot.com/2009/12/sacma-bir-snava-calsrken.html )  Bu sefer başıma ne çorap örecekler acaba diye gidip baktım internetten online sayfamıza. Buket, akshat ve özge yazıyordu. Hassiktir dedim. İlk tepkim bu oldu. Hadi Buket her kimse onu geçtim Akshatın huyunu suyunu bilmediğimden yangın var diye bağırasım geldi yine. Bir de dialog kurmaya çabalayacaktık şimdi.

Buketle tanıştık hemen tatlı bir kızdı geriye akshat kalmıştı. Onun da e-maili filan aldık en başta. Sonra da yemek yemeğe giderken o da geldi bizimle. Buketle ben yemekleri alıp oturmuştuk ama Akshat ürkek bir ceylan gibi bize bakıyordu. Konuşmuyordu. Sonra bir anda ayağa fırlayıp "Ben makarnayı çok seviyorum. Çok istiyorum!" dedi ve kırıtarak makarna almaya gitti. Türkçe bilmiyor zannettiğimizden zaten şaşırdık ama makarnaya olan aşkını bu şekilde ifade etmesi artık hayatıma Akshat diye birinin girdiğini müjdeliyordu. 

Sunum da ayrı bir olaydı. Buketle ben kendi anlatacağımız yerleri hazırlayıp en son akshata göndermiştik. O da kendi kısmını ekleyecekti. Hemen ertesi gün sunum olduğundan hiç bakmadık Akshat ne haltlar karıştırdı diye. Sunum ingilizceydi zaten Akshatın problemi yoktu da ben kendi adıma biraz heyecanlıydım. Buket de aynı şekilde heyecanlıydı "Abi zaten slaytlardan okuya okuya geçeriz" diye beni telkin ediyordu. Sıra bize geldiğinde Akshat başlamak istedi ilk önce. Slaytları açtı. Sevgili akshat slaytlardaki yazıları kaldırmıştı.

Buketle error vererek birbirimize bakakaldık ikimiz de okuruz geçeriz hallederiizzz diye takıldığımız için. Ama içimden Akshata öyle bir sövüyordum ki en arsız kişinin bile yanakları kızarırdı herhalde duysa. Hala bunun şokunu yaşarken Akshat türkçe konuşarak " Hanımlar. Bu pahalı ayakkabıya sahip olmak ister mi?" diye sınıfa sordu. Kafamı bir çevirdim kokoş bir topuklu ayakkabı fotoğrafı vardı karede.Bizim sunumumuz 18. yüzyıl naturalist dönem. eben varya akshat eben!! diye bağıramadım, bütün bunları göz yaşlarım gibi içime akıttım. Ama ağzım kapalı bir şekilde "Akshat napıyosun. Bizim sunumlara noldu allahın cezası" diye mırıldandım Akshata. Bu mırıldanmamı bir tek Akshat değil bütün sınıf duymuştu hocalar da dahil. Millet gülmeye başlamıştı bir anda. Herkes gülünce ben de rahatlamıştım ama yanaklarım al al, Akshatın ne yapacağına bakıyordum. Çok afedersiniz ama s.kilmiş g.tün davası olmaz derler ya, artık Buketle o hesap nolacaksa olsun diye bakıyorduk Akshata. 

Biz hazırladığımız sunumların Akshat tarafından kaldırılmış olmasına şaşırıyorduk ama hocalar ve sınıftaki diğer insanlar da Akshatın türkçe sunum yapmasına ayrıca şaşırıyorlardı. Çünkü bu ders tabi ingilizceydi ama sınıfta herkes türk olsaydı ingilizce yapılmazdı çoğunlukla. Akshat yüzünden sunumlar, dersler her bişey tamamen ingilizceydi yani. Ama gel gelelim Akshat hem sunumu türkçe yapıyor hem de dersin kasvetli havasını olanca gücüyle dağıtıyordu. Topuklu ayakkabıya gelince, onu da şu amaçla koymuştu. Her kadın topuklu bir ayakkabıya sahip olmak ister çünkü o topuklu ayakkabı güzeldir, estetiktir. 18. yüzyılın naturalist tabloları da son derece gerçekçiydi ve herkesin ulaşamayacağı şeyleri son derece gerçekçi bir biçimde insanlara sunuyordu. Şimdinin topuklu ayakkabısı o dönemin tablosuydu yani. Akshat o dönemi anlatmayı sallamayıp böyle bir sunum yapmıştı biz de Buketle yorumlarda bulunduk filan arada kaynadık yani Akshatın şovu karşısında. Bu arada tabi bu kadar akıcı bir türkçe ile konuşmuyordu ama anlaşılıyordu ne demek istediği. Ama benden iyi türkçe konuşuyordu şerefsiz.
Sunumdan sonra Buket, Eren ve ben okulda açılan enerji müzesini gezmeye gidiyorduk. Akshat arkadan yürüyordu. Bir anda Eren "Abi akshatı da çağıralım. Çok iyi bir çocuğa benziyor. Ben sevdim" dedi. Böylece dördümüz mutlu mesut enerji müzesini gezdik ettik.

Erenle beraber Akshat hakkında bayağı sohbet eder olmuştuk. Onun varlığı yokluğu umrumuzda değildi. Varsa yoksa Akshat. Ona neler öğreteceğimizi, nasıl Türkleştireceğimizi filan konuşuyorduk klasik işte. Kendi tabiri ile Akshat buçuk senedir Türkçe konuşuyordu ama yeni öğrendiği şeyleri kullanmakta üstüne yoktu. İstanbul moderne götürdük, etsiz kuru fasülye yedirdik, hayatının ilk alkolünü aldırdık, kestane yedirdik, tarkan marsın kılıcını ve gümüş eğeri izlettik. "Ne kadar sallarsan salla dona düşer son damla, sürüden ayrılanı kurt kapar, g.te giren şemsiye açılmaz" gibi az küfür içeren ama kullanışlı kalıpları öğrettik. Nuri Alço hayranı yaptık. Umut Sarıkaya okuttuk. Sünnetin nasıl yapıldığını anlattık. Burdan bir kız almak isterse ona görkemli bir sünnet düğünü yapacağımıza söz verdik. Özellikle Eren Akshatın sünnetten nasıl da korktuğunu görüp fazlasıyla coşarak anlattı sünnet konusunu. 

Akshat bizim tarafımızdan çok seviliyordu ama genel olarak şanssızdı. Bir gün topluca sergiye gitmiştik Taksimde. Eren, Buket, Akshat ve ben tünelden meydana doğru yürüyorduk. Eren maraş dondurmacılarını görünce Akşata dönüp "Akşatcım, bak bu dondurmacılar böyle oyun filan yaparlar, dondurmayı almaya çalışırsın filan.Gel sana bir dondurma alalım." dedi. Dondurmacıya gittik. Adam külahı Akşata uzatıyor, bir türlü yakalamasına izin vermiyordu. Biz altımıza ettikçe de dondurmacı olayı abarttı eki eki diye gülerek Akşatın ensesinden yakalayıp dondurmayı bir anda ağzına soktu. Bir yandan da "al... yalaa... yala bakalım... al bakalım...." diyordu sapık bir ifadeyle. Bunun üzerine Eren, Buket ve ben istiklalin ortasında yere oturduk ve gülme krizine girdik. Deyim yerindeyse altımıza işiyorduk ama Akshatın bozulduğunu farkedince kendimizi topladık ve Akshatı da alıp koşar adımlarla kaçtık ordan.

Akshat bu gibi olaylara bir türlü anlam veremiyordu haliyle. Bizim fesatlığımızı az buçuk çözmüştü ama Hindistanda pamuk gibi yaşamaya alışmıştı galiba. Çok iyiydi her hareketi, kötü bir alışkanlığı yoktu ve gerçekten adapte olmakta zorlanıyordu bazen. İneği kutsal sayarken biz gözünün içine baka baka etleri lüp lüp yutuyorduk mesela. Gerçi bişey demiyordu o hintlilere özgü kafa hareketini yapıp gülümsüyordu sadece. Ama yine de onu biraz rahatlatmak için Taksimde olduğunu bildiğimiz"Hint kültür ve dayanışma derneği"ne gidip Akshatı da üye yapmaya karar verdik. Yerini sorduk soruşturduk Erenle sonra Akshatı da alıp gittik. Taksimin ara sokaklarından geçerken yanlışlıkla Zürafa sokağa girdiğimizi farkettik bir an. Camdan travestiler, fahişeler filan sarkıp laf atıyordu bize. Akshat da " bu kadınlar neden bize bakıyor dostum. Buranın adısı ne?" diye sordu Erene. Eren de "Akşatcım, hani 50 centin candy shop diye şarkısı var ya, işte bunlar da candy shop." diye açıklama yaptı. Yürümeye devam ettik.


Hint dayanışma derneği Ağa caminin yan tarafındaki pasajdaydı. Girdik bir apartman çıktı karşımıza. Yukarı çıktık kapının üzerinde dev bir Şiva resmi görünce tamam dedik bulduk. Ben bir kaç kez zile bastım, kapıya vurdum açan olmadı. Tam o sırada yan daireden mini etekli bir travesti çıktı ve " Kime bakmıştın aşkım" diye sordu bana.  Nasıl yani? Bura Hint dayanışma derneği değil miydi? Ananıskiiiiiiii diye düşünce balonları çıkıyordu kafamdan. "Yok biz yanlış geldik herhalde" dedim ve kaçmak için arkamı döndüm. Arkamı döndüğümde Akshat ve Erenin çoktan kaçmış olduklarını anladım ve koşarak ben de kaçtım ordan. Dışarı çıktığımda Eren baya bir yarılıyordu. Akshat da "Dostum.Candy shop orası. Üye olamıyorum. " dedi. Ah Akşatım ah ya.

Bu şekilde her görüşmemizde benzer olaylar yaşanarak, bir buçuk sene Akshatla çok güzel bir arkadaşlığa sahip olduk. Ama en sonunda Hindistana dönmeye karar verdiğini açıkladı bize. Son zamanlarda onunla çok fazla ilgilenememiştik hiçbirimiz, yalnız kalmıştı. Bu kararını açıkladığında da çok kızdım kendime keşke dedim yanında olsaydım. Ama artık vazgeçiremiyorduk, okulu da bırakmıştı. Hindistanda devam etmeye karar vermişti. Erasmus öğrencisi de değildi, ailesi ile beraber gelmişti İstanbula, ama tek başına geri dönecekti. 


Gitmesine yakın bir veda buluşması yaptık. Akshat dedim keşke gitmeseydin. Biz çok özleyeceğiz seni. Beni öyle bir göt etti ki a dostlar. "Dostum üzülme. Zaten 6 ayda bir görüşüyoruz." dedi. Haklısın Akshat dedim ne diyeyim. Haklıydı en son arada okulda karşılaşmalarımızı saymazsak 6 ay önce görüşmüştük. Son buluşmamızda da bayağı içti eğlendi, hepimiz tarafından sevildi. Hatta bir ara dedi ki "Böyle dostluklar Hindistanda yok, sizi çok özleyeceğim." Bu arada da arkadaşlarımızdan Yiğit, Çınara sarıldı diye eliyle top işareti yapmayı da ihmal etmedi. Oha lan onu da mı biliyosun diye şaşırdık hep beraber. Kesin bir ara göstermişizdir. Akshat bu, her öğrendiğini hep yerinde kullandı. Alkolü alınca tuvalete gitti, geldi. " Nie kedar sallarsan salla dona düşier son damla.." dedi. Sonra da uçtu gitti Hindistana.

İşte Akshat ile geçen garip ama beni çok mutlu eden zaman dilimimizin hikayesi bu kadar. Bu sene son kez İstanbula gelme ihtimali varmış çünkü ailesi de dönmeye karar vermiş Hindistana. Bakalım belki son bir kez daha görüşürüz. Dondurma yediririz filan. Etsiz kuru fasülyeyi de özlemiştir hem. Nuri Alço da her gün taksimde. Gelsin. Gelsin. Çok özledim şerefsizi.





1 Eylül 2011 Perşembe

Sorular ve Cevaplar

1- Dolmuşta karabiber muhabbeti mi yapılırmış?

Evet, yapılıyor. Gecenin 3 küsüründe dolmuşta önümde oturan 2 kişi karabiber muhabbeti yaptı. Karabiberin her yemeğe ne kadar yakıştığı olsun müzik dinlerken karabiberi düşledikleri olsun.  Bu bana o kadar değişik ve alışılmadık geldi ki yanımdaki arkadaşı durmadan dürterek "Lan gecenin bu saatinde karabiberden bahsediliyor, sence de ilginç değil mi?" diye sordum. Sonra "olum sen de içince sapıtıyorsun haa" oldu. İçki ile ne alakası var, gecenin o saatinde karabiber muhabbeti yapılıyor lan. G.t muhabbeti değil, ülke meselesi değil, din, spesifik ve herkesin beynini meşgul eden bir şey değil. Karabiber.

2- Adı soyadı Hakan Peker olan ilk okul arkadaşınızın şimdiki mesleği nedir?

a) Rahibe
b)Ses mühendisi
c) Asansörcü
d) Japon
e) Komi

3- Sevgili bir dostunuzun size almış olduğu oyuncak güvercinin adı nedir?

a) Ömer
b) Umcik
c)Dük
d)pompiş
e)Votka

4- Karman çorman bir şeyler derken bundan kasıt nedir?

Bazen şöyle bir şey oluyor. Hayvanlar gibi eğlendim diyorsun. Ama hiç eğlenmemiş oluyorsun. Bir gece deli gibi içip ertesi sabah bok gibi uyanıyorsun. Bir gece önce kafan taşak gibiyken ertesi sabah ağzın burnun birbirine yapışmış uyanıyorsun. Lise bitsin isteyip, üniversitede liseyi özlüyorsun. Üniversite de bitti aman rahatladım dediğinde işsiz güçsüz s.k gbi ortada kaldığını görüp afallıyorsun. Çok sevdiğin, her şeyi paylaştığın ailen, arkadaşın hayatından bir anda çıkıp gidebiliyor. Bir akvaryumun içinde gitar kafalı köpekbalığını görüp heyecanlanmışken,  beş dakika sonra kurumuş bir denizatını görmek daha heyecanlı oluyor. Eski defterler, pandoranın kutuları haşmetle açılıyor. O an bir yere gidip hayvanlar gibi eğlenmek istiyorsun. Ama hiç eğlenmemiş oluyorsun. Ertesi sabah bok gibi uyanıyorsun. Bazen böyle şeyler oluyor.

5- Birinin oturduğu sandalyenin sıcak olmasından, onun çok uzağa gitmediği sonucu nasıl çıkar?

a) Sandalyedeki moleküller giden kişinin vücut sıcaklığı ile aynı oranda titreşirler, dokunan kişinin sıcaklığı daha az olsa gerek ki hala titreşmekte olan molekülleri algılar.
b) Oturup buna kafa yoran insan ya sapıktır ya da termodinamik ile kafayı bozmuştur.
c) Karşıdan nah çekiyordur o sırada da hala sandalyesi sıcaktır.
d) Sert bir cisimle kafanıza vurup, sandalyeye sıçıp gitmiş olabilitesi vardır.
e) Dolmuşta karabiber muhabbeti yapılıyor lan.

Cevap anahtarı - C B D



24 Haziran 2011 Cuma

Ünlüler ve biz

Çok ünlü insanları, az ünlü insanları, geçici bir heves olmuş ve yıldızı hemen sönmüşleri nasıl algılıyoruz?

O kadar çeşitli varyasyonları olan bir konu ki, çok detaya inersem içinden asla çıkamam. Çocukken, ergenken, yetişkinken farklı tepkiler veriyoruz ünlü görünce, ünlü ile adeta tepkimeye giriyoruz. Bu tepkimenin sonuçları da yaş skalasına göre değişiyor. 
Örneğin ben, bu yandaki fotoğrafta 3 ya da 4 yaşındayımdır tahminen. Ama Mehtap Ar'ın beynime vermesi sonucu daha o yaşta hayatı sorgulamaya başlamışım sanırım. Herkesçe saygı duyulan bir kadın, o gecenin odak noktası olan bir insan neden gelip de beni ağına düşürür üstelik bir de beni arabesk ile yoğurur?
Sahnede adeta devleşen o insanın benim için hiç bir değeri yoktur o an. Kaçıp elimi suya filan sokmak istiyorumdur. Ama ünlülük kavramı beyinde kodlanmaya başladıkça işler değişir. Çok değil bundan 4-5 sene sonra, Kumburgazda tatilde iken Kuşum Aydın'ı görüp kendimden geçmemle bunu ispatlamış bir bireydim. Durmadan Kuşum aydın'ın sereserpe uzandığı şezlonga havuza atlayarak su sıçratmaya çalışmam, ilgi çekmek için durmadan yanından geçip durmam ve en sonunda Aydın havuza girdiği zaman devamlı o nereye yüzerse oraya yüzmem, ayaklarımla abartılı bir biçimde su sıçratmam, bütün bunlar aydının ününden etkilenmem sonucu olan şeylerdi. Aynı şekilde bir arkadaşım tam da 8-9 yaşlarındayken Devran Çağlar'ı görüp havuz başında beyaz keten pantolonuna su tabancası ile ateş etmiş. Şimdi oturup konuştuğumuzda da Devran Çağlar'ın pantolu ıslanınca mor tangasının belli olduğunu ve travma yaşadığını ballandıra ballandıra anlatıyor kendisi. 
Ünlüye olan karşılıksız sevgi, istemsizce bir 17-18 yaşına gelene kadar devam ediyor sanırım. Athena Gökhana karşı olan platonik ve beni şu an irrite eden sevdamdan yola çıkarak söyleyeceğim şudur ki, her ne kadar ergenken cool olma çabasında olsak da ünlülük müessesine bir saygı durumu baki kalmış oluyor o yaşlarda. Ancak ne zaman ergenliğin dibine vururuz o zaman yine bir değişiyor işler. Taksimde İstavritte yemek yerken Feridun Düzağaç belirmişti mekanda. Dinliyordum kendisini başarılı buluyordum. İddialı bir sevgi duymasam da FD sonuçta, Umut Sarıkayanın da dediği gibi ağzını kapayarak esneye esneye karizmatik yüz hatlarına sahip olmuş bir vatandaş. Feridun Düzağaç mekana girer girmez annem "Feriduun beeeeyyy" diye herife seslenince, üstelik ikimizin fotoğrafını çekmeye çalışınca yaşadığım panik ve korkuyu anlatamam kimselere. Ve o panikle Feridun da yanımıza geldiği halde "ben fotoğraf çektirmek istemiyorum" gibi bir cümle çıkıverdi ağzımdan. Oturduğum yerde kaldım öyle. Feridun " O zaman ben geleyim yanına" deyip yanıma koydu totosunu. Annem de şen şakrak bir şekilde bir fotoğrafımızı çekti. O fotoğraf kayıp şu anda ama ben hala hatırlıyorum. Ben arkada surat mahkeme duvarı gibi oturuyorum, Feridun düzağaç ise ön planda, ama öyle bir perspektif ki feridunun kafası olduğundan 3 kat daha büyük çıkmış 5 tane daha feridun düzağaç çıkar yani o kafadan. Ama helal olsun aslında adama, bir ergenin kaprisini çekti. Yemek yemek için girdi ağzına sıçıldı adamın.

Ünlülük kavramı çok küçükken anlamsız, çocukken baya anlamlı, ergenken de sanki hem anlamlı hem anlamsız. Kuşum Aydını görmeden hemen önce Muazzez Abacıyı öpmüş bir insanım. Onun o yoğun parfüm kokusu, yağlı ve sıfır seksapeli olan bünyesi, korkunç delici bakışları bana nasıl çekici gelmiş olabilir? Hiç bir açıklama bulamıyorum buna. Çocukken dünya skinde olmuyor insanın işte bunu da seviyorum baya. Kuşum Aydın'ın olduğu otel ne renkliymiş, aynı yaz Vj Bülent de vardı orda. Tam da en verimli çağlarıydı bülentin. Vjliğin dibine vuruyordu şerefsiz. Ona ilişmemiştim çok ama, hafızamı zorladım bir şey hatırlayamadım. 


24 Mayıs 2011 Salı

Ulrich

İncirlideki Ömür plazayı bilen bilir. Bahçelievlerin nacizane sosyalleşme yeridir.Tatlı bir meltem eser etrafında. Ama o meltemi kimse hissetmez. Çünkü katılaşmış bir sigara dumanı Ömür plazanın etrafında bir kalkan oluşturur. Starbaksta insanlar piyasa yapar. Acıkan oldu mu tek seçeneği yan taraftaki burger kingtir. Basit ve kafa karıştırmayan bir yerdir işte. Biraz sosyalleşeyim diye bir düşününce beyin nöronların yorulmaz. Ha starbaks var lan, içinde de jetonla oynanan basket oyunu var, ömüre gideyimdir sadece. Yanda da beslenirim burger kingten dersin mutlu mesut gidersin. Orda yapacakların maksimum budur yani.
Nitekim beynimi aktif hale getirmeksizin Elifle ve U.M  (Ulvi Mehmet) ile orda buluşmayı planladım dün akşam. Ağzımız paslanmıştı, Burger Kingten dondurma yedik. Oturduk. Mal mal birbirimize baktık. U.m ye sepet gibi karılara gönül vermemesini, biraz seçici olmasını söyledik. U.M dondurma yerken güldü, ağzından dondurma aktı. " Mna koyim bir dondurmayı da ağzında tutamadın" dedi Elif. İşte bu tarz muhabbetlerle, beynimizin yüzde 0.01 ini kullanarak oturuyorduk. Millet deliye biz akıllıya hasrettik.
Burger Kingte otururken ve mallığımızın doruk noktasındayken "O" geldi. Sarışındı, yumurta gibi çocuktu neme lazım. Onun yumurta gibi olması bizi ilgilendirmiyordu. Bizi ilgilendiren ingilizce konuşmasıydı. Uyku tulumuna ve bavullarına bakabilir miyiz diye sormuştu, çişini yapmaya Burger king'e gireceğini söyledi. 
Onun bizi adam yerine koyması mı, ingilizce konuşması mı yoksa hayatımızın bu kadar pasif olması mı bizi ne heyecanlandırdı bilemiyorum. Gönül vermiştik ona bir anda. U.m nin yüzünde güller açmıştı, Elif "abi tam türkmüş bu baksana burger kinge işiyor" diyordu bense "ahaha" diye gülüyordum. Hepimiz bir gökkuşağının altından geçmiş gibiydik, sadece bitli bir turist bize çantalarını emanet etti diye.
Nitekim çişini yapıp döndüğünde onu masamıza davet ettik. Bizi kırmadı, bir dinleneyim bari dedi. Danimarkalı olduğunu adının Ulrich olduğunu, partilerden hoşlandığını söyledi. U.m parti kelimesini duyunca fazlasıyla coştu, olur olmadık yerlerde " nerde bu parti" " parti mi?" gibi sorular yöneltiyordu Ulrich'e. Hepimiz Ulrich'in en yakın arkadaşı olmaya can atıyorduk o an. 
Bir zaman sonra Ulrich ağzından baklayı çıkarttı, internet aracılığı ile bulduğu bir evde kalacakmış ama sabahtan beri kaybola kaybola kıçında bir avuç bokla arşınlamış istanbulu. Sonunda bahçelievlere ve Ömür plazaya ulaşabilmiş. Gideceği adres de Ömür plazaya bir hayli yakın imiş. Ulrich bunları anlatırken elif ise anadilimizle bize dönüp " olum bunu düdüklerler kesin gidene kadar, sevabına gideceği yere götürelim bari" dedi. Ulrich konuşulanlardan bi haber bize bakıp gülümsüyordu. Ama Elifin daha iyi bir fikri vardı, "abi aşağı inip basket mi oynasak hep beraber. Jeton da var" dedi. Ulrich başta kabul ettiyse de çantaları ve kap kacağı ile öyle bir atraksiyona girmeye yanaşmadı. 
Hepimiz ayaklanmıştık bir anda, benim elimde Ulrich'in buram buram salya kokan yastığı, U.m nin elinde google map gideceği yeri bulmaya davrandık. Ben çenemi tutamayıp Ulrich'e "dostum yastığın kötü kokuyor ya" deyiverdim. Yüzünde devasa gülümsemesi donup kalan Ulrich " yastığımı neden kokladın " diye mantıklı bir soru yöneltti bana. Neden mantık aramıştı bu davranışımda? U.m nin patlayan kahkahası ile kendime gelip " Biliyorum kötü bir davranıştı, üzgünüm " dedim ve bu nahoş olayın dostluğumuzu baltalamasına izin vermedim.
Garip bir 4lü idik. Karanlık ve tekinsiz bir yolda ilerlediğimizin farkında olmadan garip muhabbetler çeviriyorduk. Ulrich taksime gittiğini ve hoşnut kaldığını anlattı bize. U.m ise " durak (dorock) diye bir yer var gitmelisin" gibisinden bişeyler dedi. Ulrich u.mnin drug dediğini ve onun şerefsiz bir şekilde eroin sattığını zannedip "eroin gibi mi?" diye sordu. Elif ile ben ağzımızdan salyalar saçarak gülerken bu yanlış anlaşılmayı düzeltmek adına pek bir açıklama yapamadık. Bu saçma konuşmadan sonra çil yavrusu gibi dağılıp adresi bulduk ve apartmana kadar soktuk Ulrich'i. Aparmana girer girmez ilk dairenin ziline basan Ulrich eliften gelen tepki ile üçüncü şokunu yaşıyordu " vat ar yu doing men, dey ar törkiş pipıl!!!"
Danimarka'dan kalkıp İstanbula ayak basmış bir arkadaşımızdı Ulrich. Ama artık o da herkes gibi deliye değil, akıllıya hasretti. Çünkü bizimle tanışmak gibi bir deneyim sahibiydi artık. Düdüklenmeden gideceği yere kadar ulaştırmıştık, ırzını korumuştuk onun. İyi insanlarız biz.





27 Nisan 2011 Çarşamba

Ay

Üzgün olmak
Neşeli olmak
Uyumadan önce pencereden aya bakmak.
Dünyanın sonu elbet bi gün gelecek diye düşünüp uykuya dalmak.Ama bu düşünceden de sapıkça mutlu olmak.Çünkü bir hayat boş da olsa dolu da, o hayatın değeri göreceli. Einstein'ın dünyaya katkıları ile Petek dinçözün katkılarının aslında bir noktada aynı olması beni kahretmiyor. Dünyanın ve yaşamın saçma olmasından çok mutluyum. Eğer saçma olmasaydı sonsuza kadar Petek dinçöz benden daha ünlü, daha mutlu ve daha zengin olurdu. Einstein'ın özel ve genel görelilik teorileri, e= mc2 ler ve petek dinçözün "foolish kazanova" şarkısı bir beyin ürünü olması açısından aynıdır. Einstein atomu iyi bişey için keşfetmişti, ama insanlar atomu birbirlerini boğazlamak için kullandı. Yararcılık, biçimcilik, estetik, varoluşçuluk bütün bunların kaderi aslında hep aynı absürtlükte.
Yatağıma uzanıp aya baktığımda işte bunları düşündüm. Penceremden ayı görebiliyoken yarın 8:00'da uyanacak olmanın ne anlamı var? Çünkü o bile yörüngesinden çıkabilir. Ama biz bunu bilmeden ertesi sabah 8de uyanacağımız için dertlenebiliriz. Dünyanın eksen eğikliği 90 derece olabilir. Olmaması yüksek ihtimal. Ama olabilir. Güneş ertesi sabah bir insana dönüşüp tüm insanlığa nah çekebilir. Metrobüsle okula giderken bir anda bir kaza olabilir. Kampüsün bahçesine dev bir meteor düşebilir. Felaket tellallığı, gerçekçilik, sürreallik değil bu düşünceler. Tamamen kalıpdışılık.
Bi kafamızı kaldırıp aya bakalım bence bazen. 17. yüzyıl otomatları gibi olmayalım. Onlar entellektüel ve sosyal aristokrasinin kral bahçelerinde sabit kalsın. İsteyen Münihe gidip Bavyera Ulusal müzesindeki ıslık çalan otomat papağanı izlesin.Amaç mutluluk sadece, ama bu hayatın anlamını belli kalıplar çerçevesinde kabul etmekle olacak gibi değil. Anlam bütünlüğü aranır hep ama ben mesela bu yazıyı tanga kelimesiyle bitirmek istiyorum. Tanga.

19 Nisan 2011 Salı

Travma

Bir kaç ay sonra Psikoloji mezunuyum. Son vizelerim, son finallerim artık lisans eğitimimde. Gelecek kaygısından dem vurmayacağım şimdilik. "Ne yapcam olüüm okul bitince" travması yaşıyor olabilirim ama yaşadığım en korkunç travmalardan birini anlatacağım şimdi.
11-12 yaşındayken müzik zevki olarak ilham aldığım kişi benden 7 yaş büyük kuzenim Ulaş abimdi. Leş metalci idi kendisi. Onun gibi olmayı istiyordum. Ah keşke 10 gün saçlarımı yıkamadan hep dünyanın acımasız çarklarını sorgulasaydım. Iron Maiden, Metallica, Slayer dinliyordu. Dahası da vardı ama benim aklım ermiyordu. O yaşlarda gelecekte olmak istediğim metal müziği onun kadar hakkını vererek dinleyen biri olmaktı.
Ulaş abimin kardeşi Deniz de sanırım abisi gibi olmak isterdi o zamanlar. İkimizin de idolü Ulaş abi idi, ne de güzel "metallica" yazıyordu kağıtlara, kullanmadığı elekro gitarının mutlaka bir asiliği vardı. Kimsede bulunmayan kasetler hep ondaydı, odası bir rock temple idi. Satanizim olaylarının patlak vermesi ile tüm akrabalar ondaki bu asiliği adeta yanlış anlıyor ve onu satanist sanıyorlardı. Ama Ulaş abim her zaman bizim için sarsılmaz bir modeldi çünkü o tırt metalci değildi bilakis metal müzik onun için bir hayat biçimiydi.
Bir gün kuzenlerime kalmaya gitmiştim, Denizle metallica'nın "one" kasetini teyibe koyup meyve yiyorduk. Saçlarımı bilinçli olarak 3 gün yıkamamıştım çünkü bu da benim için metalcilik demekti. Ne kadar pis görünürsem o kadar mutluydum o gün. Pis saçlarım elimdeki elma ve kuzenim Deniz ile çok mesuttum. Ulaş abim odasındaydı, gizemli bir şekilde hiç çıkmamıştı odasından.
Ne sebeple olduğunu hatırlamıyorum ama, bir şey almak için Ulaş abimin odasına girdim. İçerisi karanlıktı. Kulaklarıma bir müzik çarptı. Tabiri caizse "ÇARPTI". Sonra gözüm tek ışık kaynağı olan bilgisayar ekranına kaydı. Windows Media Player'ın alengirli efektleri pembe ışıklar çıkara çıkara çalan "TEKNO" müziğe uyumlu bir halde şekilleniyordu.
Ulaş abimse bilgisayarın, windows media player'ın karşısında oturmuş, garip danslar sergiliyordu. Duvarlardaki posterler bir an flulaştı ve James Hetfield'ın tek gözünde bir damla yaş dondu kaldı.
Bütün bunlar yaklaşık 15-20 saniye içerisinde yaşandı. Gördüklerim karşısında şok, kaygı, dumur ve hayalkırıklığı yaşayıp olanca hızımla geri çıktım odadan.
Üzerinden 10 sene geçmesine rağmen hala allak bullak olurum o anı hatırladıkça. Bir gün benim de başıma gelecek mi diye korku hissederim. Deniz ile bir yaz boyunca hip hopçı olmamızı da buna bağlarım. O da ayrı bir hikaye ama sanırım anlatmaya lüzum yok. Neyse ki çok kısa sürdü.

18 Nisan 2011 Pazartesi

güneş doğdu ruhuma

 Mor ve Ötesi'nin eskiden başka solisti vardı ne acaip.Adamın adını soyadını hiç bilmem.Ha mürvoş eve geliyomuş bu arada.Neyse türk rock gruplarına her zaman bir saygım sevgim olmuştur.Ne bileyim olmaya da bilirdi.
 Hiç bir şekilde iyi ki bu müziği dinliyorum yada şunu dinlemiyorum diye birşey düşünmedim.Bir aletten çıkan ses tınısının herkese bir anlamı var.Klasik örnek kemandır tabiki.Mozart'ın has adamlarının obuacısı kemancısı çellocusu Müslüm babuşun konserinde arkada çalsa ne efsane olurdu.
 Kadıköy güzel biryer.Yaşamak zevkli olabilir.Kadıköy'de rak grubu kurup çok acaip şeyler yapacağım.Yavuz Çetin SHAFT'ta çıkıyormuş.Ne acaip şimdi onun önünde yağlı boya tablo satıyorlar.Gerçi arada bi kımıldanmalar oluyor orada da.
 Neyse bugünlük diyeceklerim budur.
NOT: dns ayarları değiştirmek bana göre değil.Sevgilimi çok seviyorum

Çınar

10 Şubat 2011 Perşembe

Alev şeklinde bir top yada top şeklinde bir alev

Güzel demlenmiş bir çay, kalpli rahat bir pijama, kucağımdaki bilgisayar, mutluluk auroları. Dün bu olgular benimle beraberdi. Üstelik star wars izlemeye hazırlanıyordum. Derken telefon çaldı. Hattın diğer ucunda Eren vardı " Abi, akşam 7 buçuğa doğru gelip seni alayım Elifi de alayım takılalım kahve filan patlatalım" dedi. Olur dedim.
Akşam 8'de eren son derece eski model arabasıyla beni evimin önünde bekliyordu. Araba tek kelime ile bıçkındı,- koltuk insanı bırakmamacasına sarmalıyor, emniyet kemeri kıldan ince kılıçtan keskin, torpido kısmında tuğla gibi bir şey var ve en son 46 sene önce takılmış bir güneş gözlüğü mevcut.- bıçkındı işte.
İncirli Ömür starfaksa gittik, kahve aldık filan. Ulan bir süre sonra baktık ki hepimiz mal gibi oturuyoruz, nerdeyse geniz temizleyecek ve gençlerin edepsizliklerinden bahsedecek kadar maldık. İşte o an Erenin beyninde bir şimşek çaktı " Hadi kalkın beşiktaşa gidelim" iyi mnaki dedik kalktık.
Elifle eren öne oturdu, ben de arkaya. Güle söyleye yol alıyorduk. Önce ani bir kararla şarköye gitmek istedik sonra vazgeçtik ve rotamızı caddebostana doğrulttuk. Boğaz köprüsüne kadar şendik, dans etmeye çalışıyor, sigara tellendiriyor bir kaza anında benim dizlerimin erene gireceğinden bahsedip latife yapıyorduk. Boğaz köprüsünden geçmeden önce Erenin küçük bir detayı atladığını farkettik. Kgs kartı yoktu. Bu kısımlar biraz nahoş olduğu için kısa keseceğim, kısacası 50 milyonu dişimizden tırnağımızdan arttırıp kart aldık.Köprüden geçebilmiştik sonunda, Aliyi de aradık o karşıda oturuyor, gelsin yavşak dedik.
Aliyi de aldıktan sonra yine neşemiz yerine gelmişti, Ali kızlara bakıyor, Elif onu dövüyor, Eren barzoluklarıyla kadın şoforlerin nefretini kazanıyordu.Caddebostanı bulduk, migrosun biraz ilerisine park ettik. Tam o esnada Erenin bacakları arasından bir duman yükselmeye başladı. Ali "YANGIN VAR" diye bağırdı. Gerçekten de Erenin bacakları arasından bir alev yükselmişti, Elifle ben kendimizi can havli ile dışarı atmaya çalıştık. Ben tereyağından kıl çekercesine arabadan çıkarken Elif ise yüzde yüz geçirgen olup arabadan hayalet gibi geçmişti adeta. Ben çıkarken kafamı şiddetli bir biçimde vurdum. Canlı canlı yanmaktansa beynimin yüzde seksenini geride bırakmaya razıydım. Alev şeklinde bir top veyahut top şeklinde bir alev hepimizin gençliğini soldurmadan, kendimizi arabadan atmayı başardık.
Eren kardeşi Enesi aradı gelip bizi kurtarması için. Bu esnada yine starfaksa gittik boğazımızda düğümlenen kahvelerimizi içtik. Ama öyle pişkindik ki durmadan gülüyor birbirimizle daşşak geçiyorduk. Bir süre sonra gülmek bile bizi ısıtmamaya başladı, arabaya döndük arabada Enesi beklemeye koyulduk. Can sıkıntısından Erenin yanındaki cama resimler yapıyordum Erense hala direksiyonun altını kurcalıyor "tel kopmuş.." gibi teknik tabirler kullanıyordu. Bir an gözümüze bir şey takıldı. Benim cama çizmiş olduğum şekiller, Erenin sırtına altın bir billur gibi yansıyordu.Eren sırtındaki billurun farkında değildi, ama Elif ve ben gayet farkındaydık. Enes gelene kadar çok güldük, Erenin çilesi daha dolmamıştı.
Yaptığımız mallığı kısaca bir gözden geçiriyorduk. Maceramız (!) starbaksta başlamıştı amenna, fakat neden böyle mazoşist gibi bir yolculuk yapıp arabanın ta mna koyup yine başka bir starbaksta bulmuştuk kendimizi? Enesi beklerken histerik gibi gülüp durduk, eren telefon numarasını yazıp arabanın camına koyarken "olüüm bel fıtığı da yaz yanına lan. hahaha " diye eşeklik yapmayı da ihmal etmedik. Tam bu esnada Enes ufukta belirdi.
Enes, Can diye bir arkadaşıyla geldi. Araba markalarını bilmemem çok üzücü ama yine de anlatmaya çalışacağım. İki koltuklu arkasında kasası olan bir fiatla gelmişti. Neyse arabanın kasasına hepimiz doluştuk ve belimiz S şeklini alarak, kıçımıza karton monte olarak ve akrobatik hareketler yaparak evin yolunu tuttuk.
 Bu seyahatimiz sırasında birbirimizi eleştiriyorduk, erene şiir okuması için baskı yapıyor, Halil pazarlama halil pazarlama diye şarkı söylüyorduk. Enesin arkadaşı Can arada ürkek gözlerle bize bakıyordu. Samanların arasına saklanmış Almanyaya kaçak gider gibiydik, ama çok mesuttuk. Can bir süre sonra indi arabadan "haydi hoşçakalın dedi" Eliften bir melodi yükseldi " Nee olduuuuğ caannn...."








11 Ocak 2011 Salı

Nitrik Oksit

   


William James deney olaylarından hoşlanmayan ama yaptığı çalışmalarla psikolojiye pek çok katkı sağlamış bir adam, bilincin biyolojik faydaları olsun, bilincin işlevi olsun pek çok çalışmalar yapmış zamanında. Şimdi az önce okumuş olduğum ve birden beni inanılmaz eğlendiren olayı size aktarmak istiyorum :

"Kendi bilinç deneyimlerine ilişkin bilgisini arttırmakla daima ilgilenmiş olan James, bir defasında anestezi amacıyla kullanılan nitrik oksidi içine çekerek bilinç sınırlarını genişletmeyi denemişti.Gazın etkisi altındayken evrenin kimi sırlarını cevapladığına ve büyük kozmik gerçeklerin mistik dışa vuruşunu yaşıyor olduğuna inanmıştı.Sabahleyin bu büyük gerçeklerin neler olduğunu hatırlamıyordu ancak bir gece bir şeyler yazmayı becerebildi. Uyandığında masasına koştu ve aşağıdaki dörtlüğü yazmış olduğunu gördü:

"Hogamous, higamous


Man is polygamous.


Higamous,hogamaus


Woman is monogamous"


James bunun üzerine deneylerine son verdi."



Adamcağız ne yapmış biliyor musunuz, hogamous higamousu 2. ve 4. dizelere uyumlu diye yazmış. 2. dize "erkekler çok eşlidir" ve 4. dize "kadınlar tek eşlidir" anlamına geliyor. Nerde zihnin işlevi nerde psikolojinin fizyolojik etkileri william? Ama kafa adammış orası ayrı. (Tabi bu olaydan sonra adam tası tarağı toplayıp inzivaya çekilmemiş, devam etmiş çalışmalarına ama deney olayından daha bir soğumuş haliyle)

Bunun üzerine nitrik oksiti google'dan aradım ne menem bişeymiş diye merak edip. Aslında vücut da salgılıyormuş,baya hücreler arası etkileşime katkıda bulunan bir maddeymiş filan. Ama dikkatimi çeken nitrik oksit ile ilgili çıkan her web sitesinde, "nitrik oksitin varlığı Allahın varlığını kanıtlıyor" veya "yüce rabbimiz olmasa nasıl nitrik oksit olurdu,herşey tesadüf olamaz" tadında açıklamaların olması. Hatta evrim teorisini bile çürütmeye kadar giden uzun uzun yazılar var. Misal,

"Nitrik Oksit Evrim Teorisini Tek Başına Yalanlıyor



Yeryüzü, kainat ya da insan vücudu biraz derinlemesine incelendiğinde, evrim teorisinin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Kandaki moleküllerden sadece biri olan nitrik oksit bile öylesine detaylı ve akılcı hareket eder ki, bunların tesadüflerle meydana gelmesi imkansızdır.

Bu durumda şöyle bir soru sorulabilir: Tesadüfler, nasıl olmuş da kan içinde nitrik oksidi "özel bir üretimle" geliştirebilmişlerdir? Damarlara gevşetici etkiyi veren hormonlara, hücrelere ve enzimlere teker teker görevler dağıtan, onlar için belli bir güzergah belirleyen, acaba hangi tesadüftür?"



Oha neymişsin sen nitrik oksit demekten kendimi alamıyorum. William James'e saygılar hürmetler.

5 Ocak 2011 Çarşamba

Taha ve Ceyhun

"Adım Taha olacaktı lan erkek olsam".. dedi Elif. Kumsaldaydık, normalde herkesin kıçından terler akarken biz denizden esen rüzgara karşı oturmuş bira içiyorduk. Benimki de Ceyhun olacakmış lan dedim. Birbirimize baktık. O mahallenin bıçkın delikanlısı bense ilginçlikler insanı yada kızlar tarafından tercih edilmeyen gey gibi bir erkek olacaktım. Ceyhun isminden dolayı değil, ama asla "erkek olsam bütün kızları götürürdüm" demem diyemem çünkü yok öyle bir dünya. Haa sen erkek oldun, bütün kızlar da evren tarihi boyunca bunu bekledi di mi. Her neyse, ben kesin uzun saçlı, bira göbeği yapmış, 3 tel sakalı çıkan, kızlara ilgi göstericem diye hayvan gibi takılan biri olurdum. Hele ki ben erkekken Elif de Taha ise kızları iten bir mıknatıs olurduk.
Bunun üzerinde biraz kelam ettik Elif'le, keşke daha çok hatırlasam. Ama sonuçta erkek olmak istemediğimiz kanısına vardık. O akşam Enis,mete ve enesin yanına gittik bu muhabbetten sonra (bakınız:ruh dinginliği), "abi biz bugün erkek olsak nasıl olurdu diye düşündük de biz kesin barzo olurduk ama sizinle takılırdık" dedim ben. Enis "e biz barzo muyuz mna koyim?" dedi.
Elif, istanbulda boş zamanlarında apartmanın önüne inip, mahallenin bıçkınlarıyla geyik yapmayı seven bir insan. O erkek olsaydı eğer, onların başını çekerdi ama karı kız mevzusunda benim kadar şanssız olacağını sanmıyorum. İçinde gizli bir centilmen yatardı eminim :D
Bense ergenliğimde kesinlikle pis bir metalci olacağım için kesin gotik hatunlardan hoşlanırdım bir dönem. Bir gotiği kazara tavladım diyelim, 2 güne terkederdi benim ne kadar sütlaç bir tip olduğumu anlayınca. Kızların yakın arkadaşı ama sevgilisi olmayan erkek olurdum ben. Azcık da tepem açılırdı zamanla.Ama Taha ile dünyanın en eğlenen iki insanı olurduk. Nitekim şimdi de öyleyiz.